Haberde Bursa

PORTAKAL KABUĞUNDAN MUZA

04.06.2022
462

Yıl 1945. Yer, dedem Hasan Koçak’ın Ilısu Köyü’ndeki odası. Oda,  yirmi beş metrekare genişliktedir. Üç tarafında üç penceresi, her pencerenin altında bir buçuk metre genişlikte sekisi, sekide yün halılar serili; üzerinde geniş yün minderler, duvar kenarında yine halı kaplı ot yastıklar vardı. Penceresi olmayan duvarda sahte bir küçük pencere kapağı açılınca çay şekeri gözükür. Seki olmayan duvardan bir kapı ile giriş holüne, oradan da dışarıya çıkılan geniş tahta kapısı olan; kış gecelerinde yakın komşuların, bazen de tüm köyün yetişkin erkeklerinin, cumartesi geceleri ise ertesi gün kurulacak pazara gelmiş başka pazarcı esnafı konukları olurdu odanın. Hamam pazarına bir gün önceden gelen uzak köylü misafirlerin yedirilip, içirilip, yatırılarak misafir edildiği çok işlevli bir yapıdır odamız.

O gece de herkes malını davarını yemleyip köy odasında toplanmıştır. O yıllarda ortaokul birde okuyan Hasan Ağa’nın oğlu Rasim’in okuduğu dün akşamdan kalan Bin Bir Gece Masallarını dinlemeye gelmişler. Köyde ortaokulda ilk okuyan, okuması seri olan Rasim başlar dün geceden kenarını kıvırarak yerini belli ettiği, köyde ve beklide tüm nahiye çevresinde tek olan kitabını okumaya:

“…Ve Üçüncü Gece Dünyazat, “Ablacığım” demiş; “Senden anlattığın öyküyü tamamlamanı rica ediyorum”. Şehrazat da, “Tüm dost ve cömert yüreğimle!”diyerek yanıt vermiş. Sonra da sözünü sürdürmüş: Ey bahtıgüzel şahım! İşittim ki, üçüncü şeyh üçünün en şaşırtıcı olan öyküsünü anlatınca ecinni çok şaşırmış ve de zevkten ve heyecandan titreyerek, “Cinayetin bedelinin geri kalanını da bağışladım, taciri bırakıyorum” demiş. Bunun üzerine tacir mutluluktan uçarcasına şeyhlerin önüne

gelmiş;  onlara teşekkürler etmiş; onlar da kendilerince onun ölümden kurtulmasını kutlamışlar; ve sonra her biri ülkelerine gitmişler. “Ancak” diye sözünü sürdürmüş Şehrazat, “Bu öykü balıkçının öyküsü kadar şaşırtıcı değildir”. Şah, “Neymiş bu balıkçının öyküsü?” diye sormuş: Şehrazat da

anlatmaya başlamış: İşittim ki ey bahtı güzel Şahım! Bir zamanlar yaşı epeyce ilerlemiş, evli barklı, üç çocuk babası, oldukça fakir bir balıkçı varmış. Ağını her gün suya sadece dört kez atar; sonuç almasa da bir daha denemezmiş, Böylece, günlerden bir gün…”

Adana’da askerliğini bitirip, yeni gelen İsrafil içeri girince Rasim okumaya, sedirde masalın zevki ile kendinden geçmiş köylüler dinlemeye ara vermek zorunda kalmışlar. Hoş beşten sonra: “Eee,  İsrafil geçmiş olsun. Gezdiğin yerler senin olsun, gördüğün güzellerden bahset.” demiş biri. Bu sefer taptaze bilgilerle dolu İsrafil almış sözü; “Adana dümdüz bir ova. Ucunu bucağını üç yıl askerlik yaptım göremedim. Şimdi bizim köyden etrafa bakın; her yer dümdüz bir ova hayal edin. Mehmet Tepe, Yazır Dağları, Beştepeler, Akdağlar, Çayıralan Dağları yok. Buradan Kayseri’ye, Yozgat’a kadar her yer dümdüz.  Çukurova verimli, bir de sulak olunca bolluk bereket fışkırıyor. Hem oraya kış da gelmiyor kar da yağmıyor.” deyince tüm köylünün ağzı bir karış açık Çukurova’yı hayal etmeye çalışıyorlar…

“Bakın size ne getirdim” diyerek cebinde getirdiği portakal kabuğunu gösterir; “hadi bilin bu meyvenin adı nedir?” der. Köylü koklar, yoklar, rengine bakar, dişi ile sertliğini kontrol eder, bir türlü ne olduğunu bilemez, ” Ne kadar güzel kokusu varmış!” diyerek elden ele oda sakinlerince koklanır. Sonunda İsrafil meyvenin adının portakal olduğunu, bu meyveye benzer; limon, mandalina, greyfurt adında meyvelerin de Adana’da bolca yetiştiğini anlatır. “Tadı nasıl bu meyvenin?” sorusuna da İsrafil: “Şimdi bu portakal yumruğum büyüklüğünde, dış kabuğu gördüğünüz gibi turuncu, içi sarı dilim dilimayrılmış, içinde mayhoştan biraz ekşi; tatlı elmayla ekşi eriğin karışımı gibi içinde su dolu küçük baloncuklar olan bir meyve. Kabuğunu soyup bir dilimini ağzına alıp damaklar arasında sıkıştırınca o baloncuklar patlayıp damaklara doğru suyunu fışkırttı mı insan lezzetinden neredeyse baygınlık geçirir. O kadar lezzetli bir meyve anlayacağınız.” diye anlatırken tadı ve şekli hakkında hiç kimse bir tahminde bulunamaz.

Bereket ki, ben çocukken 1970’li yıllarda pazarlarda portakal satılmaya başlandı da ben portakalı tanıdım.

1979 yılında Gümüşhane’ye tayinim çıkmıştı.  Aynı okulda çalıştığım Muğlalı Adnan Hoca ciddi bir rahatsızlık geçirdi. Gümüşhane Devlet Hastanesi’ne yatırdılar. Hafta sonunu arkadaşımı ziyarete gittim. Durumu iyiye gidiyordu. “Adnan Bey, şimdi köye döneceğim. Benden bir isteğin var mı?” dedim. “Ya Ahmet Bey -eğer bulabilirsen- bana bir kilo muz alır mısın? Çok canım çekiyor.” dedi. Hemen alacağımı söylesem de muz hakkında hiçbir fikrim yoktu. Ona da sormaya utandım. Meyve olduğunu tahmin ederek önümeilk çıkan manava girdim. İçeride kasalarda olan tüm meyve ve sebzeleri tek tek inceledim. Amacım tanımadığım bir meyve bulup onu almaktı. Ben bakarken manav: “Hoş geldiniz beyefendi. Ne almak istiyorsunuz? “sorusunu duymazlıktan gelerek tezgâhı izlemeye devam ettim. Baktım olmayacak “Muz almak istiyorum.” dedim yavaşça. Adamın; “Muz nedir ki?” ve ya: “ Ya arkadaş boynunda kravatla okumuş birine benziyorsun. Benimle eğleniyor musun? Muz nalburda olur” demesinden korkuyorum. Bir karton kutudan muzu çıkarıp tarttı, uzattı da muzun nasıl bir şey olduğunu görmüş oldum yirmi yaşımda.

Muzu alıp arkadaşımın isteğini yerine getirmenin mutluluğu ile hastane odasında yalnız yatan arkadaşıma verdim. Adnan Bey’in gözleri parladı, yüzüne renk geldi. Sanki muz değil de anne babası gelmişti ziyaretine.  “Çok teşekkür ederim Ahmet Bey. Demek buldun ha! Ben burada bulunmaz sanıyordum. Çok sevindirdin beni. Lütfen sen de ye” diye bir muz uzattı. ”Olur mu? Önce sen ye,sen hastasın.” dedim. O benim yemem için ısrar etti. Ben kabul etmedim. Çünkü muzun nasıl yendiğini bilmiyordum.“Önce sen ye” diye ısrarlarım sonunda bir muz aldı, sapından tutarken diğer eliyle tepesinden kabuğunu sıyırarak soydu. İçinden çıkan açık sarı bölümü ısırıp yemeye başlayınca ben bu meyvenin nasıl yendiğini öğrenmiş oldum.  Muzu arkadaşımdan gördüğüm gibi soyup yemeye başladım. Tadı o yaşıma kadar tatmadığım bir tattı.

Aradan beş yıl geçti tayinim Gaziantep’e çıktı. İl milli eğitim müdürü bir toplantıda rutin şeyler söyledikten sonra:” Arkadaşlar ben Amasya’da doğdum, büyüdüm. Öğretmenliğe başladığım Hatay’da ilk kez muz gördüm ve yiyebildim biliyor musunuz? “ dedi. İçimden, ‘Anadolu’mun mahrum yörelerinden okuyup meslek sahibi olan, gariban aile çocuklarından bu ülkede öyle çok ki…’ diye düşünmeden edemedim. 15.10.2019   ahmet.kocak16@hotmail.com

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

>