Haberde Bursa

AŞK, DEVRİM VE ÖLÜM…

24.05.2022
577
“Biz Edebiyattan Geldik”
Deniz Gezmiş
Marmara Denizine kıyısı bulunan 120 bin nüfuslu sahil kasabasının, gökyüzünden dron ile bakılınca, terör örgütü lideri Fethullah Gülen’in bir tasvirine benzetilen ve müteahhidi de Fetö terör örgütü davasından yargılanan yeni ve modern Devlet Hastanesinde ki koşuşturma, önceki günlere hiç benzememektedir. Ne kadar gizli tutulmak istense de, başta hastalar olmak üzere, personelini de tedirgin eden bir telaş ve gerginlik dikkat çekmektedir.
Daha birkaç gün önce eski bir Cumhurbaşkanının doğum yeri olan bir beldeyi ziyaret eden dönemin içişleri bakanı bizzat Devlet Hastanesi’nin başhekimi ve müdürünü yanına çağırmış, etrafta kentin saygın milletvekilleri, valisi, kaymakamı, iktidar partisinin il ve ilçe başkanlarıyla siyasilerinin de olduğu bir ortamda gerekli uyarıyı yapmıştı.
“İstihbarat raporu sağlam, çoklu teyit edildi. 112 yaşındaki hastamızın öncelikle bakımı tam teşekküllü sağlanacak. Daha sonra da korunması için ne gerekiyorsa o yapılacak. İl ve ilçe emniyet müdürlerimize gereken bilgi verildi. Hastanenizin girişinde, çıkışında ve hastamızın odasının girişinde 24 saat nöbetçi olacak. Bütün güvendiğiniz doktorlar, hemşireler, hastane personeli teyakkuzda olmalı. Yakınından kuş uçurtulmamalı. Reis özellikle ilgileniyor. Aman diyeyim size! Anlaşıldı mı?”
Başhekim, ceketini iliklemiş bir halde, hazır ol kıvamından, geçici bir rahatlama pozisyonuna geçerek, “Anlaşıldı efendim. Ben gerekli uyarıları yapacağım. Siz hiç merak etmeyin” dedi.
İçişleri Bakanı, çakmak çakmak olmuş gözleriyle, etrafındaki kalabalığı tek tek süzerek, başhekime döndü ve devam etti.
“Reis diyorum bak! Reis özellikle bakım ve koruma istiyor, ona göre… Terör örgütleri bu adamın peşinde! 50 yıllık bir intikam söz konusu. 10 yıldır tedavi görüyor, İstanbul, İzmir, Ankara, Antalya, Mersin, Diyarbakır, Adana, Malatya, Trabzon, Samsun, Kuşadası, Bodrum… Bütün hastaneleri dolaştırdık, her yerde buldular. Ecelden önce, Azrail Aleyhi vesselamdan önce bu adamı öldürüp, intikamlarını almak istiyorlar. Devlet olarak buna asla izin veremeyiz. Reisimiz, engin bilgisi ve feraseti ile son çare sizin ilçeyi ve hastanenizi uygun gördük. Ne yapıp, ne edip, bu adamı yaşatacak, koruyacaksınız. Hadi göreyim sizi… Anlaşıldı mı?”
Başhekim başta olmak üzere, il ve ilçe başkanları, emniyet müdür ve amirleri, siyasiler, vali, kaymakam, bilumum partililer, hep bir ağızdan, “Anlaşıldı efendim!” diye bağırdılar.
İçişleri bakanı mutlu olmuştu. Özel kalem müdürüne işaret etti. Bir koşuda getirilen, kırmızı kapaklı dosyayı başhekime verdi.
Başhekim dosyayı açıp, sayfa sayfa okumaya başladı. Hastane müdürü de kafayı uzatmış, başhekim ile birlikte dosyaya göz gezdiriyordu. Beyaz sayfalara bilgisayar ekranında yazılmış kelimelerde sıkça adı geçen ismi bir yerlerden hatırladı hastane müdürü.
“Efendim, pardon! Bir şey sorabilir miyim?” dedi nihayetinde.
Konuşmaya kimlerin şahit olduğunu, yakın korumasına ve iki istihbaratçıya isim isim yazdırmakta olan içişleri bakanı, “Evet. Ne diyorsun?” diye yanıt verdi.
Hastane müdürü, başhekiminde kendisine kızgın kızgın bakmasından, çekinip utanarak;
“Şey; yanılıyor muyum acaba? Bu hukukçu olmamasına rağmen, asker kimliğiyle bundan 50 yıl önce üç solcu gencin idamına karar veren dönemin sıkıyönetim komutanı kişi değil mi?”
İçişleri bakanı, “Aferin diyeyim mi sana! Aferin, devam et” dedi. Bakışları yine ürkütücü bir hal almaya başlamıştı.
Müdür çaresiz, sonunu getirmek zorundaydı.
“Efendim, özür diliyorum. Beni bağışlayın lütfen. Ancak, bu adamcağız 2010’da vefat etmemiş miydi?”
İçişleri bakanı bu kadar çok şey bilen bürokratlara alışkın değildi. Genelde, partililerin ısrarı, reisin talimatıyla, çalışmak zorunda kaldığı emme basma tulumba tiplerle muhatap oluyordu. Yine de müdürü takdir ederken, otoritesini sarsacak girişime karşı temkini elden bırakmadı.
“Adın ne senin? Ne çok şey biliyorsun sen! Bildiklerini burada unut. Evet, bu o odam. Ancak 2010’da ölmedi. Ben yalan mı söylüyorum. Devlet bazen herkesin bilmemesi gerekenleri, bilmesin diye çabalar, beka meselesi bu. Anladın mı müdür?!” diye çıkıştı içişleri bakanı.
Başhekimin, omuz, el, bacak temasının yanı sıra, göz ve dudak mimikleriyle de sarsılan hastane müdürü, içişleri bakanının sözleriyle de bayılmak üzere, son bir gayretle kendini toparlayarak;
“Anladım efendim! Hem de çok iyi anladım” demek mecburiyetinde kalır.
İçişleri bakanı, özel kalem müdürü ve iki istihbaratçıya müdürün ismini de verdikten sonra, beldenin merkezindeki kahvehane bahçesine doğru giderek, kendisini bekleşen küçük çaplı kalabalığa, “Merhaba sevgili hemşerilerim, merhaba halkım” diye seslenir…
………………………………………………………………………………..
Başhekimin odasında, hastane müdürü, başhekim yardımcısı, kardiyolog, nörolog, başhemşire, dâhiliyeci, genel cerrah, beyin cerrahı, psikiyatr, ürolog ve hariciyeci toplantı yapmaktadır. Başhekim, içişleri bakanını gereksiz sorularıyla sinirlendiren hastane müdürüne halen kızgındır. Ancak, önemli olan devletin bekasına sahip çıkarak, 50 yıl önce üç solcu gencin idamına karar veren, bu milliyetçi muhafazakâr emekli generali, yaşatmak ve korumaktır. Bunun bilinciyle, içişleri bakanından aldığı dosyadaki bilgileri ve gizliliği bilmesi gereken hastanenin ağır toplarına aktarmaktadır.
Başhekimin odasını, sekreterinin odasıyla kesen cam bölmenin dışında çöpleri boşaltıp, yerleri paspaslayan temizlik işçisi İhsan’ı fark eden başhekim aniden ürperir. En güvendiği doktor ve personeliyle, ülkenin bekasını ilgilendiren bilgiyi paylaşırken, bu gereksiz temizlik işçisi nereden çıkmıştır şimdi. Acaba hastanenin ağır misafirinin kimliğiyle ilgili söylediklerini duymuş mudur? Ya da devletin bekasını ilgilendiren bu misafir ile ilgili konuşmaların ne kadarını işitmiş olabilir? Bu adam kaç saat, kaç dakikadır buradadır? Sekreter ne işe yarıyor, adamı neden uyarmadı ki? Kendine gelir ve bağırmaya başlar.
“Evladım, sen ne arıyorsun burada? Bizi mi dinliyorsun?”
Temizlik işçisi İhsan cevap verir.
“Hayır efendim. Her zamanki saatte, çöpleri boşaltıp, akşamüstü temizliğini yapmaya geldim. Sizi dinlemiyorum. İşimi yapıyorum. Bir şey de duymadım zaten”
“Tamam. Çık git şimdi. Bir saat sonra gel temizlemeye”
İhsan, boynunu eğerek seçkin mobilyalarla döşenmiş geniş odadan çıkar.
Başhekim müdüre patlamak için aradığı fırsatı bulmuştur.
“Nerden buldunuz bu herifi müdür?”
“Efendim, belediyeye soktuğumuz bizim partiden elemanlara karşılık olarak, muhalif partinin de bize gönderdiği vasıfsız elemanlardan birisi. Zararsızdır. Ben kefilim” der.
Başhekim, manidar biçimde “Umarım öyledir” demek zorunda kalır….
…………………………………………………………………………
Devletin bekası için, 12 yıl önce öldü raporu hazırlanan, ancak devlete göre terör örgütlerinin peşinde olduğu iddia edilen, üç devrimci solcu gencin idamına karar veren 112 yaşındaki emekli general maksimum önlemlerle ilçe hastanesine getirilir. Telaşlı koşuşturma sonrasında, geniş güvenlikli özel odaya alınır ve hummalı bir tedaviye başlanır.
………………………………………………………………………….
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu olan, evli ve bir çocuk babası 43 yaşındaki İhsan, duyacağını duymuştur. 23 yaşından 35 yaşına kadar gazetecilik yapan, birkaç yerel dergide editörlük yapan İhsan, gazetecilik para etmeyince, editörlük de boşa çıkınca bir süre garsonluk ve ocakçılık yapmış, pazarda limon satmış, nakliye firmasına girip çıkıp, hamallığı bile denemişti. Solcu ve muhalif bir yapıda olan İhsan, hiçbir işte uzun süreli dikiş tutturamayınca üyesi olduğu siyasi partinin ilçe teşkilatının ısrarıyla, iki yıldır da hastane de temizlik işçiliği yapıyordu. Zaten bu ülkede ve bu hayatta başka ne beklenirdi ki?
“Üç solcu gencin idamına karar veren… Sıkıyönetim komutanlığı başkanı… Emekli general, devletin bekası… Üç solcu gencin idamı…. Üç solcu gencin idamı… Üç solcu gencin idamı…” kafasında dönüp duran duyduğu kelimeler bunlardı. Günlerden Cuma gecesiydi. Partiden arkadaşlarıyla buluştuğu klasik rakı gecesi için Poker Bara giderken bunları düşünüyordu.
Ekip toplanmıştı. ABD menşeli bir firmanın komşu ilçedeki fabrikasında gıda mühendisi olan Yakup, babasının birkaç şubesi bulunan zeytin mağazasında çalışan ve babası öldükten sonra patron olmayı uman Âdem, amatör şair ve ünlü bir muhasebe şirketi çalışanı Sinan ve balıkçı Engin… Her biri boktan hayatlarına, anlam katmak için çabalarken, yaşamının heyecanını yitirmiş ve Cuma gecelerinden Cuma gecelerine birbirlerine nutuk atmayı solculuk ve muhaliflik sanan tiplerdi. İyi çocuklardı ama. Güvenilir, formda olduklarında da, edebiyat, felsefe ve şiir tadında coşkulu çocuklardı. Her birini birbirlerine bağlayan da zaten bu, muhaliflik, solculuk, edebiyat, felsefe ve şiirdi.
İhsan’ı önce balıkçı Engin gördü:
“Ooo, büyük gasteci de geldi!”
“S..tir lan!” dedi İhsan.
Her biri kadeh kaldırdı sonra. İhsan, ceketini çıkarıp, kendisine ayrılan sandalyenin arkasına astıktan sonra, kadehine rakı koydu. Sonra da, “İdam edilen üç solcu vatansever gence” içelim dedi.
Kadehler tokuşturuldu.
“Gasteci, sen Deniz, Hüseyin ve Yusuf’tan mı bahsediyorsun” diye sordu amatör şair ve muhasebeci Sinan.
“Galiba” diye mırıldandı İhsan.
“Biz de, belediye konserine gelen LGBT’li sanatçıyı konuşuyorduk” dedi Âdem. Sonra da ekledi, “Muhafazakârlar amma kızmış ha!” diye ve kahkaha attı.
“LGBT’liler çıkıp şimdi biz iktidarı destekliyoruz deseler, alayı hepimiz LGBT’liyiz diye bağırırlar” dedi Engin.
“Velev ki i..neyiz” dedi Sinan.
“İ… nelere içelim” dedi Yakup.
Kahkahalara boğuldular.
İhsan tebessüm etmekle yetindi. Âdem, LGBT’li sanatçının meşhur şarkısını cep telefonundan açarken, birer kez daha kadeh tokuşturdular. Balıkçı Engin, İhsan’daki düşünceli hali fark etti. “Sert erkek, LGBT’li, İ…neli mevzuyu beğenmedin sanırım, neyin var senin oğlum?” diye sordu.
Deniz, Hüseyin ve Yusuf’u düşündüğünü belirtip, kadehinden büyükçe bir yudum aldıktan sonra hastanede duyduklarını ve bildiklerini anlattı arkadaşlarına İhsan…
…………………………………………………
1971 olaylarını, 1972’yi, özellikle üç gencin idama götürülen sürecini, 1961 Yassı adanın rövanşı uğruna tek amaçları tam bağımsız Türkiye olan vatansever, gencecik çocukların bile bile katledilişini öfkeyle yâd ettiler. Amerikan Emperyalizmini, darbeleri, darbelere çanak tutanları, muhtıraları, en çok da 6 Mayıs 1972 ile bu tarihin ana kahramanı olan 112 yaşındaki ihtiyarı konuştular uzun uzun. Bu ihtiyar kimdi, ne yapmıştı, neden yapmıştı, kimin veya kimlerin adamıydı, neden bu kadar vicdansız olabilmişti? Bilgilerini tazelediler. Emin olmak için her biri cep telefonlarından google amcaya başvurdular. Türkiye’de sağ siyaset ve yargı arasındaki kadim ve tutkulu aşkı masaya yatırdılar.
Kısa süreli bir suskunluk yaşandı. Ortamın kasvetini rakı bardağını masaya vurarak konuşan Yakup bozdu.
“Kim lan bu boktan dünyada ve çivisi çıkmış ülkede 112 yıl yaşamak ister ki” dedi Yakup.
“İyiler hep erken ölüyor, kötüler 112’yi görüyor” dedi Âdem.
“Vatanseverleri astırmış koduğumun” dedi Engin.
“Tek yol Devrim a… koyim” dedi Sinan.
“Her devrim, sonraki süreçlerde karşı devrimi doğurur. Şimdi yeniden devrim zamanı galiba” dedi İhsan.
“Doğru söylüyorsun” dedi Engin. “Sosyal hayata bak, ekonomiye bak, siyasal İslamcıların ülkeyi getirdiği hale bak, ötesi var mı, bir bira 30 lira olmuş a… koyim. Tam zamanı”…
“Devlet kandırıyor herkesi, bu morukta da olduğu gibi” dedi Yakup.
“Halk kanmasın. Bu kaçıncı lan?” dedi Âdem.
“Bu moruğu biz öldürelim. Devrimi biz başlatalım” dedi Engin.
“Nasıl olacak o iş? İhsan’ın dediğine göre koruma kalkanı üst düzeyde? Bizim yapacağımız bir şey değil” dedi yeniden Yakup.
“Plan yapalım, bizim adımıza işi İhsan bitirsin” dedi amatör şair ve muhasebeci Sinan.
İhsan, tam ağzını açacaktı ki, cep telefonu çaldı. Arayan karısı Gülay’dı, yüzünü ekşiterek telefonu açmak zorunda kaldı İhsan…
Daha sabah işe gitmeden konuşmalarına rağmen, karısının yine canı sıkılmış olmalıydı ki, bir kez daha her zamanki gibi saydırmaya başlamıştı:
“Kirayı yatırdın mı İhsan? Faturaları ödedin mi İhsan? Yine mi içiyorsun İhsan? Her Cuma her Cuma içilir mi İhsan? Ben evde hapis hayatı yaşamak için mi seninle evlendim İhsan? Çocuk bakmaya mı geldim bu dünyaya İhsan? Başlayacağım senin arkadaşlarına İhsan. Benim arkadaşlarım yok mu, ben niye görüşemiyorum İhsan? Yarından tezi yok bana da para ver, ben de gezeceğim İhsan. Daha üç ay önce babamlardan aldığımız 500 lirayı ödemedik İhsan, sana göre hava hoş; ama ben mahcup oluyorum İhsan. Ne zaman geliyorsun İhsan? Gelirken tuvalet kâğıdı, peçete, ekmek, peynir, çocuk bezi unutma İhsan. Çok içme İhsan. Bir de canım dondurma çekti. Vişneli, limonlu, çikolatalı, sade ve böğürtlenli olsun İhsan. Sakın karamelli alma, onu sevmiyorum İhsan… Haa unutmadan, evde Soğan, Patates, sıvı yağ, salça’da bitti. Zaten hepsi bitti. Ama kime söylüyorum öyle değil mi İhsan!…”
Arkadaşları bu duruma alışkındılar, bir tek İhsan alışamamıştı ama. Onlar sırıtırken, İhsan cep telefonunu yüzünü ekşiterek, bıkkın bir halde kapamak zorunda kaldı. Evlilik insan haklarına aykırıydı. Yıpratıcıydı, bu ülkede güzel bir evliliğin ilk şartı, iktidar yanlısı bir bürokrat olup, gelen ağam, giden paşam diyerek, en az 20 bin liralık sallabaşı al maaşı bir işte çalışmaktan geçiyordu. Ötesi, Âşık Veysel’in dediği gibi, ‘kavuşamazsın aşk olur, kavuşursun Nefret.’
“Sinan doğru söylüyor. Plan yapalım, işi ben bitireceğim. Devrim başlasın” dedi İhsan.
Masaya adrenalin yüklenmişti. 100’lük rakının fiyatı hiç önemli değildi artık. Bir şişe daha söylendi, kadehler dolduruldu. Vatansever, antiemperyalist, solcu gençlerin intikamı alınacak, devrim Poker Bar’daki bu vatanseverlerin masasında başlayacaktı.
“Kahrolsun Emperyalizm” diyerek tokuşturdular bu kez kadehlerini.
…………………………………………………..
Google sayfalarına daldı her biri. Silah ve bıçakla intikam gürültülü ve kanlı olacağı ortak görüşü üzere, ilaçla zehirleme seçeneği üzerinde duruldu. Burada da şöyle bir sorun vardı, bu 112 yaşındaki solcu, antiemperyalist, vatansever gençlerin idam fermanını veren emekli general çok sıkı korunuyordu ve olası şüpheli ölümü sonrasında otopsi yapılırsa, zehir ortaya çıkabilirdi. Bu da, güvenlik kameralarının izlenmesi sonrasında başta İhsan olmak üzere tüm ekibi yakabilirdi. Tüm ekibi derken, İhsan’ın yakalanması durumunda, her birinin ismini vereceğinden kimsenin şüphesi yoktu. Devrim önce kendi çocuklarını yer. Öyle değil mi ama!
İhsan, arkadaşlarının bu imasına katılmak istemese de, doğruydu. Savunması ise, devrimin başarı ve başarısızlığının eşit paylaşılması üzerineydi. Demokrasi de böylesi bir kuvvetler ayrılığı prensibine dayanmıyor muydu?
İhtiyarın serumuna katılacak, koma halinde uyurken zorla ağzına tıkılacak birkaç sıvı zehir üzerinde tartıştılar önce. Enjektörü bir eczaneden alacaklardı. Zehri ise hastane ilaç deposundan ya da, tanıdıkları eczacı kalfası İlhami’den temin edeceklerdi. Enjektör sorun değildi; ama İlhami devrime dolaylı ya da dolaysız katkı koyacak biri değildi. İflah olmaz bir siyasal İslamcıydı. Devrime giden her yol mubah olsa da, İlhami gerekli zehri verse de; daha hastaneye ulaşamadan, polislere bildirebilirdi. Aslında İlhami gibi siyasal İslamcı eczacının kullanılması, intikam ve devrim adına güzel bir ironi de olabilirdi. Eczacı kalfası İlhami’siz bir plan yapmaya karar verdiler.
Bütün riskler hesaplandığında, ikinci 100’lük rakı da bitmek üzereydi. Nihayetinde İhsan, 112 yaşındaki bir ihtiyarın, mevcut ilaçlarını birkaç doz aşımıyla alması halinde bile Azrail’le tanışabileceği fikrini ortaya attı. Her bünyenin faydalanabileceği bir doz vardı. Fazlası her bünyeye zarardı.
İhsan’ın fikri benimsendi. Devrimin başkahramanı İhsan olacaktı. Yakup, Engin, Sinan ve Âdem, İhsan’a bu payeyi gönüllü olarak bahşederken, İhsan hem üstlendiği bu ağır görevi hem de ondan da ağır sorumluk olan karısı Gülay’ı ve az sonra evde kopacak fırtınayı düşünüyordu. Diğerlerinin ise tek bir görevi tek bir sorumluluğu vardı. Hasta gibi hastaneye gelip, erketelik yapmak!
Kadehlerini son kez Deniz, Yusuf ve Hüseyin ile birlikte yüzyılın intikamı ve devrime kaldırdılar.
……………………………………………
Sallana sallana ve elleri boş olarak eve geldiğinde, Gülay’ın önce sessiz, sonra çığlık çığlığa tepkisiyle karşılaştı İhsan. Devrimin başkahramanı İhsan’ı, en yakını olsa bile anlayamayacaktı Gülay.
“Senden nefret ediyorum” diye bağırdı Gülay.
“Oysa” dedi İhsan, “Oysa Gözlerimin içinde ülkemsin sen benim. Her sokağında benim için ayrı bir devrim olmakta…”
Gülay, on bin çeşit hakaret, yüz bin çeşit beddua, bir milyon çeşit küfürlerini birbiri ardına sıralarken, kendini yatağa bıraktı İhsan.
Yarın büyük gündü. İntikam kıvılcımı ile devrim ateşini yakacak bir kahramandı o. Gülay, bilmese, anlamasa da olurdu…
……………………………………………………….
Hastanede adeta sıkıyönetim vardı. Doktorlar, hemşireler, hastane personeli, hastalar ve refakatçiler üç aşamalı güvenlik kontrolünden geçiyor, hastane kantinine giriş ve çıkışlar bile kimlik kontrolüyle sağlanıyordu. Yakup, Engin, Sinan ve Âdem önce kantine girmiş, şüphe çekmemek için ayrı masalarda oturmuşlardı. Akşamdan kalma ve sabah evden Gülay hezimeti ile çıkmış İhsan’da mahmurluğunu giderip, biraz olsun kendine gelmek için, demli bir çay almak üzere kantine gitmiş, arkadaşlarıyla kaş göz işaretiyle mesajlaşmıştı.
İhsan personel kimliğini gösterip hastaneye girmek üzereyken, kantinin önünde büyük bir kargaşa meydana gelir. Nereden ve ne zaman ortaya çıktığı belli olmayan onlarca resmi ve sivil üniformalı polis iki kişinin üzerine çullanmıştır. Polis arabaları birbiri ardına siren çalarak kantin önüne gelirler. “Teröristleri yakaladık” diye bağırır biri. “Üzerlerinden Glock marka tabanca çıktı” der diğeri. Kafalarına bastırarak polis arabasına bindirilmek istenen iki teröristten biri, “Yaşasın intikam” diye bağırır. Polisin biri tekme atar, diğeri “İntikamını s…rim” diye küfür eder. İstihbarata ve yakın takibe yakalanmış, iki salak terörist ile birlikte hareket etmedikleri ve onlardan çok daha iyi oldukları için kendisiyle gurur duyar İhsan. Hastaneye girmeden geri dönüp, kantine bakan İhsan, arkadaşlarına her şey yolunda, planımız işliyor mesajı vermek ister. Ancak hiçbirini göremez. Bakınır durur ama ne Engin, ne Âdem, Ne Yakup, ne de Sinan’dan eser yoktur.
Nedense karısı Gülay gelir aklına.
Devrimi tek başına yapacaktır.
…………………………………………………………………………………………………………………..
Kabine girer, elbiselerini değiştirip, galoşunu giyer İhsan. 112 yaşındaki pis moruk 4. Kattadır. Önce keşif yapacak, devrimin kıvılcım ateşini en uygun zamanda tutuşturacaktır. Birkaç doz fazladan ilacın ihtiyarın işini bitireceğini ummakta ve dua etmektedir İhsan. Asansöre binerken süpürgesini ve kovasını yanına alır. Kovanın içinde çeşitli dezenfektanlar ve deterjanlar da bulunmaktadır. Asansör ikinci katta durur önce. İki temizlik işçisi ile üç hemşire binerler asansöre. Küçük bir selamlamanın ardından, asansör üçüncü katta durur. Hemşireler ve temizlik personeli iner, birkaç hasta yakını ile birlikte telaşlı ve tedirgin biçimde hastane müdürü de biner asansöre.
İhsan’ı gören hastane müdürü, asansördeki diğer insanları kolaçan ettikten sonra, kulağına eğilerek, “İyi oldu seni gördüğüm, hemen benimle gel” der.
Dördüncü kata geldiklerinde koşar adım seğirten müdürün arkasından hızlı adımlarla giden İhsan, yoğun bir kalabalıkla karşılaşır, sivil giyimli adamlar müdüre izin verirken, İhsan’ı durdururlar. Müdür, benimle der gibi baş sallar, İhsan’a da izin verirler. Kaymakam oradadır, iktidar partisinin ilçe başkanı oradadır, başhekim oradadır ve istihbaratçı olduğu tahmin edilen bir düzine insan da oradadır. Havada panik kasırgası vardır. İhsan’ı gören başhekimin yüzü asılsa da, ilçe başkanı ve bir istihbaratçının o sırada onunla konuşuyor olması nedeniyle, dikkatini İhsan’dan çabuk sıyırmıştır.
112 yaşındaki ihtiyarın odasına İhsan giremez. Nihayetinde uzunca bir süre sonra hastane müdürü odadan çıkar, “Ne oldu müdürüm?” diye sorar İhsan, “Ölmüş” der müdür. Sonra da ekler. “Hasta bakıcılara yardım et, olay yeri incelemenin işi bitince de odayı güzelce temizle” der.
……………………………………………………………………………….
Adli ve kriminal işlemler akşamüstü ancak biter. İhtiyarın cesedi, morga kaldırılmıştır. İlk tespite göre ölüm nedeni, yaşlılığa bağlı çoklu organ yetmezliğidir. Başta böbrek olmak üzere, bütün bağışıklık sistemi çökmüştür. Doktorlardan birisinin, “Uykuda ölmüş, acı çekmemiş” dediğini duyar İhsan.
Kötüler ölürken bile kazanıyor diye düşünür İhsan. Darağacındaki üç fidan gelir aklına, içi sızlar. Onlar ölürken acı çekmişler miydi?
Yerleri paspaslarken telefonu çalar. Arayan amatör şair, muhasebeci Sinan’dır…
“Alo, alo… Kiminle konuşuyorum” diye fısıldar Sinan.
Halen korktuklarını anlayan İhsan, “Siz kimi aramıştınız sevgili i…ne arkadaşlarım?” diye sorar.
Çabuk toparlar Sinan. “Oğlum, çok korktuk biz. Seni de merak ettik. Biz Poker Bar’a oturduk. İşin bitince gel. Rakı içip konuşalım” der. Arkadan, fısır fısır, Âdem’in, Yakup’un Engin’in sesleri de gelmektedir. Sinan devam eder. “Ha, bu arada temizledin mi?” diye sorar.
Elindeki paspasa ve deterjan dolu kovaya bakan İhsan, “Temizledim. Hem de ne temizleme, pırıl pırıl yaptım. Devrimin parlatıcısı benim” der…
…………………………………………………………………………..
Hastaneden çıktığında hava kararmıştır. Mesai ücreti verip vermeyecekleri umurunda değildir artık İhsan’ın. 24 saatliğine de olsa, bir amaca hizmet etmiş olmanın buna karşın bir insanın canına kıymamış olmanın mutluluğunu yaşamaktadır. Şimdi olsa, o emekli generalin üç gencecik insanın idamına karar vermeyeceğini, idama karşı çıkacağını varsaymanın yanıltıcı ama sakinleştirici huzuruna sığınır. Ne demiş şair, “Yalanda olsa söyle”
Minibüse bindiği sırada telefonuna eşi Gülay’dan mesaj gelir.
“Dün gece sabaha kadar darağacında üç fidan, intikam, devrim diye sayıklayıp durdun. Sana çok kızıyordum ama şimdi öfkem geçti. İnatla seni anlamaya çalışmaya devam edeceğim. Hani dün gece eve gelince bana dedin ya, “Oysa Gözlerimin içinde ülkemsin sen benim. Her sokağında benim için ayrı bir devrim olmakta…” Çok güzeldi o söz. Ben de sana diyorum ki aşkım, kadın dediğin devrimci ruhuna sahip olacak ki, aşkı yaşayabilecek sol tarafında… Biz ne olursa olsun aşkı hep sol tarafımızda yaşayabilelim. İnsanın en büyük devrimi sevmektir… Hadi eve gel, çok sevdiğin kuru fasulye ve pilavdan yaptım aşkım…”
Gülümsedi ve devrimi ilk önce kendinden başlatmaya karar verdi İhsan.
Darağacındaki üç fidan, Deniz, Hüseyin ve Yusuf’u asla unutmadan!
Hayatta çuvallayıp duruyordu ancak;
Belki bir gün yazar da olabilirdi üstelik…
NOT 1: Bu yazıdaki darağacındaki üç fidanımız Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan dışında ismi geçen geçmeyen herkes kurgudur. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı bir kez daha saygı, özlem ve minnetle anıyorum.
NOT 2: Bu yazı, Zafer Köse’nin “Son Ozan Livaneli” kitabından, ruhumda fırtınalar estiren birçok metinden esinlenerek kaleme alınmıştır. Son Ozan Zülfü Livaneli’ye ve değerli yazar, dost Zafer Köse’ye sonsuz teşekkürlerimle…
NOT 3: Karar Gazetesinden Osman Çakmakçı’nın ‘Kurgusal Düşünce’ isimli yazısında da yazdığı gibi, edebiyat felsefeden üstün, şiir de her ikisinden de üstündür. Ben henüz şiir yazamadığım için, bir süre daha felsefe ve edebiyat alanında kalem oynatmayı sürdüreceğim. İdare edin lütfen!
NOT 4: Umarım beğenmişsinizdir. Yapıcı eleştirilerinizi ve övgülerinizi bana, yergilerinizi ise kendinize saklayınız. Kurgu olduğunu söyledim. Hepsi bu, ötesi yok!
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

>