Haberde Bursa

Bakacak Çaycısının “Sessiz Çığlığı” Ne Zaman Duyulacak?

28.04.2021
3.057

Bakacak Çaycısı… Herkes o’nu valilik önünde kendini yakması ile duydu. 2000’li yıllarda Bursa’da pek kimsenin bilmediği Uludağ’da Bakacak sırtları Fikret Güven’in bu bölgede 1 liradan çay satması ile 2018’den sonra vatandaşın ilgi odağı oldu. İlginin bu kadar yoğun olması bölgedeki esnafı ise belki de rahatsız etti. 2020 başlarında Fikret Güven hakkında bölgedeki işletmelerden imzasız resmi kurumlara yapılan şikayetler ise bardağı taşıran son damla oldu. Fikret Güven ile yaşanan süreci acısıyla tatlısıyla konuştuk.

İşte Fikret Güven’in ağzından çoğu zaman gerilimlere neden olan Bakacak Seyir Terası Çaycısı’nın yaşadıkları;

“Uludağ Bakacaktaki serüvenimiz kayınvalidemizi sevindirmek için başladı. Kayınpederimin vefatından sonra Uludağ’a yıllarca çıkamadığı için üzülen ve o günleri özleyen kayınvalidem eski günlerini sık sık anlatır, ve millipark sınırları içinde kalan sarıalana çadır kurduklarını söyleyerek o günleri özlemle yadederdi. Onu sevindirmek adına sürpriz bir kararla eskiden çadır kurdukları yere bir çadır kurdum. Böylece Uludağ ile tanışıklığımız 2002 yılında başlamış oldu.

Sakallı olduğumuz için 28 şubattan dolayı iş bulamadığımız için mağdur kalmış ve evde, birkaç dikiş makinesiyle ekmeğimi çıkarmaya başlamıştım.

Çadır kurduğumuz dönemde çoluk çocuk Uludağ’da kalır, ben Bursa’ya iner, gün içinde çalışır ve akşam geri dönerdim.

Foson iş demek, zamanımızın imalatçılarının kölesi olmak demektir. Bundan dolayı ben yıllarca bu işte çalıştığım halde gelir elde edemedim. Uludağ’da bir şeyler yapmam mümkün olur mu diye düşündüm ve orada arayışa girdim.

Uludağ’ın Bursa’yı kuş bakışı gören Bakacak mevkiine dürbün koymak aklıma geldi.

Konuyu zamanımızın Ak Parti Millet vekili Zafer Hıdıroğlu’na açtım. Kendisi benim yanımda zamanın milli park bölge müdürü Müfit Aydın’ı aradı. Benim talebimi ona iletti. Müfit aydın da: “Dilekçe yazsın, yanıma gelsin.” deyince, biz de dilekçemizi yazdık ve yanına gittik. Ona, şunları söyledim.

“Sayın müdür. Bakacak mevkiine koyacağım dürbünler Türkiye’de çok yaygın değil. Ben bunları yurtdışından, Çin’den getirteceğim. Oldukça pahalılar. Eğer izin vermeyeceksiniz boşa masrafa girip sıkıntıya girmek istemiyorum.”

Kendisi bana olumsuz hicbir şey demedi, “iyi düşünmüşsün,” diyerek gayet olumlu yaklaştı ve dilekçemi kabul etti.

Bunun üzerine hemen birkaç makineyle çalışmış olduğum tekstil işimi riske atarak, oradaki makinelerimi bu dürbünleri alabilmek için sattım. Parayı denkeleştiremedim, üstüne borç da yaptım. Ve dürbünleri istettim. Dürbünler geldi.

Geleceği yönünde vadedilen iznimi bekliyordum, fakat izin ne yazık ki gelmedi. Akıbeti öğrenebilmek için bölge müdürlüğüne gittim. Beni milli park müdürü Adnan Gencer’e yönlendirdiler.

Adnan Gencer’in kim olduğunu gördüğümde, daha oradayken beni bu yolda büyük sıkıntıların beklediğini hissetmiştim.

Adnan Gencer ile önceden karşılaşmamız olmuştu. Kısaca anlatmam gerekirse, bu şahıs benim ailemle Uludağ sarıalandaki kurduğumuz çadırda kaldığımız dönemde, çadırıma izinsiz girmiş, tartışmaya girmiş ve çocuklarıma, eşime saygısızca: “Burada Kur’an okumayacaksınız!” diye bağırmış, sorun çıkarmıştı. Ben aileme yapılan bu davranıştan haberdar olduğumda bir erkek olarak rahatsızlık duymuş ve sessiz kalamayıp daha sonra onunla bu meseleden dolayı tartışmaya girmiştim.

Adnan ile ikinci karşılaşımız pek sevimli değildi bu yüzden. Bana ifadesizce bakarak: “Ne istiyorsun?” dedi.

Ona meseleyi anlatıp, gayet düzgün şekilde derdimi söyledim: “Dürbünlerim geldi ama izin hâlâ gelmedi. Şu an üzerimde bir sürü borç ile sizden gelecek izni bekliyorum. Akıbeti sormaya geldim.”

Adam, geçmişten kalan tartışmamızın verdiği öfkeyle: “O dürbünleri oraya koyacak olan kişi sen misin!” dedi.

“Evet.”

“Evine git,” dedi. “Evine git, cevap gelecek.”

Bir süre sonra eve olumsuz cevap gelince (Ek 1: TC Bursa valiliği il çevre ve orman müdürlüğü. 17.07.2007 tarihli ve DKMP696-4586 sayılı, sözlü olarak bize izin vereceklerini söyledikleri halde eve olumsuz cevap gönderdikleri evrak) sonucun bu şekilde olduğunu önceden tahmin ettiğim için şaşırmadım. Hâlâ son derece ılımlı kalıp, ciddi bir sabır gösterme niyetimde samimiydim. Çıktığım bu zorlu yol, özellikle benim gibi inançlı ve sakallı bir adam için oldukça zorlu bir yoldu. Eğer bu yola çıkmayı göze aldıysam zorluklarına katlanmayı da kabul etmek zorundaydım. Bunu kabullendim. Ve pes etmeyerek, daha en başında sinmeyerek bölge müdürü Müfit Aydın’ın karşısına yeniden çıktım.

Haklı olarak sözünü neden tutmadığını sordum.

“Beni büyük bir masrafını içine soktunuz, omuzlarıma ağır yük yüklediniz.” Dedim.

“gelişim planı çıktı o bitsin talebini yeniden değerlendireceğiz.” dedi. (Ek 2: TC çevre ve orman bakanlığı, milli parklar genel müdürlüğü. 04.08.2008 tarihli 281-/6049 sayılı, gelişim planı tamamlanmadıktan sonra talebimizi değerlendireceğine dair evrak)

Bu söylediği uzun bir zaman demekti. Ben ise işim olmadığı için zor durumdaydım, alacaklılarım beni devamlı sıkıştırıyordu.

En azından bir dürbünüm çalışsın dedim ve milli parklara sarıalandaki teleferik istasyonu merdivenlerinin oraya dürbün koymak istediğimi söyledim, onlar da orası Büyükşehir’e ait dediler. Ben de Büyükşehir Belediyesinin yetkililerinden izin talep ettim, izni aldım. (Ek 3: 24.07.2007 tarih ve dosya no: 10.35.302.03 karar sayısı: 639)

Dürbünümü getirip oraya yerleştirdim. Bir gün, iki gün… sorunsuz bir sekilde çalışacağıma inandığım an, sanki Rabbim beni bir imtihanının içine sokar gibi karşıma yeniden birilerini çıkardı. Bu adamlar beni orada rahat çalıştırmadılar. Çöpçüsü bir taraftan, bekçisi bir taraftan, minibüsçüsü bir taraftan, jandarması bir taraftan… Hepsi kör bir emirle üzerime gelip benı yıldırmaya, huzursuz etmeye çalışıyordu.

Bir zaman sonra sadece rahatsızlık etmekle kalmadılar ve asıl baskıları üzerime uygulamaya başladılar. Dürbünümü oradan kaldırmam için sıkıştırdılar. Ben bu süreçte sürekli olarak baskıya maruz bırakıldım. Arkamdan işler çevirdiler. Bana oyun kurdular. Millipark yetkilisi Mehmet Nuri Yılmaz, bir gün yanıma gelerek bana iyi memur rolüne büründü.

“Gel bu dürbünü bizim Millipark sınırı içinde ahşaptan bir platform kurup oraya koy,” dedi. “Bunlar sana bağırıyor, çok ağrıma gidiyor.” dedi. Sanki yanımdaymış, bana destekçiymiş gibi davrandı. Bu insanların yalancı yüzleri hep çok çirkin olmuştur, o günde, ondan sonra da hep çirkin oldu.

Ben bu şekilde yaklaşımıyla şüpheye düşmüştüm fakat yine de dediğini yapma düşüncesiyle dürbünümü belediyenin sınırlarından, yani eski yerinden kaldırmadan, milliparkların gösterdiği yere ahşap platformu kurması için marangoz getirdim. Marangoz platformu yapmaya başlarken beş dakka sonra Uludağ milli parkından sorumlu üsteğmen geldi. Bana sertçe çıkıştı:

“Sen ne yapıyorsun burada!”

“Bunu bana yapmamı Mehmet Nuri Yılmaz söyledi.”

Mehmet Nuri’yi çağırttı, geldiğinde, üsteğmen ona, sözlerimin doğru olup olmadığını sorduğunda o, tam olarak şöyle dedi:

“Hayır, kendi kafasından yapıyor.”

Ve kaldırdılar dürbünümü.

Hem de hala Büyükşehir sınırları içinde olduğu halde, kaldırdılar. (Ek 4: tutanak no: 05.07.2008)

Işte o an ben, onun gibi karaktersiz, yalancı, üçkağıtçı adamlara diş biledim. Karakter olarak sinmeyen tarafım bu haksızlıkları yaşadığım zaman biraz daha belirdi.

Hiçbir izinleri yokken hemen dibimde mısırcısına, elma şekercisine, kestanecisine, dondurmacısına (Ek 5: bunların resimleri) ve sarıalandaki sıra dükkanların kullanım alanlarını aşıp caddenin ortasına kadar tezgah açmalarına (Ek 6: Sarıalandaki eski sıra dükkanların kullanım alanlarının kapalı pozisyonda neresiyken,dükkanları açtığında caddenin ortasına kadar tezgah açtıklarını gösteren resimler ve yine Sarıalan da yeni dükkanlar yapıldığında da kullanım alanlarını aşıp caddenin ortasına kadar tezgah açtıklarına dair rezimler) göz yumup bir şey demezlerken bana, inançlı ve sakallı olduğumdan dolayı ayrım uyguluyorlardı. Mücadeleden geri durmadım. Bu baskılara, haksızlıklara karşı duracağıma dair kendime söz verdim. Nihayetinde dinim de bana bunu emrediyordu. Resulullah diyor ki: haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.

Tekrar Bakacak’daki iznimle ilgili yazışmalara devam ettim. Gelişim planının hâlâ sürdüğünü bildirdiler. (Ek 7: milli park genel müdürlüğü. İhale edilip izin verileceğine dair gönderdikleri 13.07.2011 tarihli ve 9925715 sayılı evrakla tarafımıza bildirilen belge) Yapacak bir şeyim yoktu; sabır göstererek bu sürecin bitmesini bekleyecektim.

O sırada bir şekilde beni geçindirecek işlerle meşgul oldum.

Aradan biraz zaman geçtiğinde gelişim planının bittiğini öğrendim. Dürbünler için tekrar yazdığımda bu kez de seyir terası yapılacağını, seyir terasi bittiğinde ilgileneceklerini bildirdiler.

Daha sonra bana, Millipark genel müdürü Yaşar Dostbil imzalı bir kağıt gönderildi.

“Biz orayı Büyükşehir belediyesine devrettik.” yazılıydı. Daha sonra ben, o evrak ile Cumhurbaşkanı’mıza sıkıntımızı gidermesi için dilekçeyle müracaat ettim. (Ek 8: milli park genel müdürlüğünden gelen Yaşar dostbil imzalı evrak. tarih: 25.10.2011 sayı no: B.23.0.DMP.0.10.03-405.02-17332 ve sayır Cumhur Başkan’ımıza 12.01.2012 tarihli ve 805-1480 sayılı müracaat ettiğim dilekçem)

Yaşar Dostbil imzalı kağıtla Cumhur Başkan’ımıza dilekçe yazdıktan sonra, zamanın Büyük Şehir Belediye Başkanı Recep Altepe’nin karşısına çıktım.

“Sayın başkanım,” dedim: “Ben tam 5 senedir borca girerek almış olduğum dürbünlerimi Uludağ Bakacak mevkiine koyabilmek için milli park yetkililerine başvurdum. Beni yıllardır oyalıyorlar. Büyük sıkıntı içindeyim, sabit bir iş bulamıyorum. Borçlarımı hâlâ ödeyemedim. Onlara son kez gittiğimde topu size attılar. Sizi bu yüzden rahatsız ettim.”

Ardından, Millipark’dan gelen evrakı göstererek, izin talep ettim. Evrakı aldı, yanındakilere döndü:

“Alın, inceleyin, mümkünse çocuğa izin verin.” dedi.

Ve Belediyeden aylık dört dürbün için yüzelli lira bedelle izni aldım. (Ek 9: Bursa Büyükşehir belediyesi. 07.11.2012 tarihli ve 173466 sayılı başkanlık oluru ile)

Lakin kış sezonu olduğu için Bakacak seyir terasına gelen yol kar sebebiyle kapalıydı, bu sebeple o sene çalışamadan yedi ay kirasını ödedim. (Ek 10: Belediyeye ödediğim kira makbuzları) Beşinci ayda iki dürbünü de denemek amaçlı Bakacak’a çıkardım.

Milli Park Müdür yardımcısı Filiz Şensel Tombalak yanında on adamla gelip dürbünlerime el koymaya çalıştı.

Engel oldum: “Büyük Şehirden iznimi aldım.”

“Burası Millipark’a ait.” deyince, kendilerine Yaşar Dostbil imzalı, Millipark genel müdürlüğünden gönderilen; ‘Burasını Büyük Şehir’e devrettik’ yazılı evrakı gösterdim. Belediyeye yatırdığım kira makbuzlarını da gösterdim. Bunlara rağmen dürbünlerime el koydular. (Ek 11: milli parkların dürbünlerime el koyduklarına dair 05.05.2013 tarihli resim) Jandarmaya “bunların yaptığı suç engel” olun dediğimde “biz onları dinleriz” dedi.

Durmadım.

Bu kez de Ankaraya, müsteşar Mustafa Erdemir’e gittim. Özetle durumu anlattım.

“Beş yıl sizi bekledim, beş yıl sonra topu belediyeye attınız. Oradan izni aldım, niye şimdi dürbünlerime el koydular?”

“Soruşturayım.” diyerek Bursa millipark bölge müdürünü aradı. Onlar da tekrar ihale işlemlerine başladılar. (Ek 12: ihaleye girmek için yatırdığımız makbuzlar)

Fakat sıkıntımızın giderilmesi gerekirken bana verilmesi gereken dürbün işletmeciliği Çobankaya’da büfe işleten şahısa verilmeye kalkıldı. Bu sebeple yeniden Ankara’ya müsteşara gitmek zorunda kaldım, ihale durduruldu ve Büyükşehir’e ihale edildi. Ben de Büyükşehir belediyesinden ihaleyi aldım. (Ek 13: Büyük şehir belediyesi. İhale şartnamesi) Bu sefer Adnan Gencer ve yandaşları tekrar devreye girdiler. Yapmak istedikleri şey beni maddi olarak zarara uğratıp kendi kendime gitmemi sağlamaktı. Bundan dolayı 2 dürbün için benden onbin lira kira aldılar. (Ek 14: belediyeye 2 dürbün için 10 bin lira ödediğimize dair kira makbuzu) Oysaki ben belediyeye 4 dürbün için 150 lira kira ödüyordum. Uygun olanı da buydu. Çünkü Tophane’de başka bir şahıs 35 lira kira ödüyordu.

Uludağ’da adaletsizlik öylesine fazla ki bir karşılaştırma yapmak isterim;

Onbeş/yirmi sene dernek adı altında bir şahısa Çobankaya’da bulunan büfeyi 6,750 tl kira ile ihaleye çıkarttılar. Bu büfenin oniki ay yolu açık, üçyüz metreye yakın kullanım alanı mevcut, her şey satmasına izin var..

Benim ise yarım metre yer işgal etmeyen iki dürbünüm var, benim bulunduğum seyirterasının aylar boyunca, yani yedi ay boyunca yolu kapalı; hatta öyle kapılı ki bilinçli olarak senelerdir, Bakacaka gelen Çobankaya yoluna 4 metre kadar kar kütleleri yığıyorlar ve o karlar haziranın sonuna kadar oradan kalkmıyor (Ek 15: onları gösteren resimler) ve bana dayatılan yüksek tutarda bir kira; on bin lira.

Doğrusu insanın aklı böyle şeyi kabul edemiyor. Yedi ay kardan dolayı yolu kapalı olan ve çoğu zaman sisli olan bir yerin kira bedeli birden on katına çıkartılması ayrıca bir mesele. Bana dayattıkları bu uygulamalarıyla amaçları sadece kazanç sağlamak olamaz. Bu apaçık ortada ki; onlar beni Uludağ’da istemiyor ve hiçbir suçum, kabahatim, saygısızlığım yokken, tek derdim Uludağ’ın yüksek fiyat uygulamasıyla kaybolmuş imajını düzeltip, millete hizmet edip ekmeğimi çıkartmakken, beni bu tür şeylerle yorup pes ettirmeye çalışıyorlar. Gaye bambaşka olduğu için tüm bunlara şaşırmayı bıraktık, artık böylesi adamları yavaş yavaş tanımaya başlamıştık. Buna göre biz de davranışlarımızı ayarlamaya çalıştık.

Ortada bana karşı bir meydan okuma ve rant sahiplerini korumaya yönelik bir davranış vardı. Yaptıkları uygulamaların altına her geçen gün sebepsizce artan öfkelerini, nefretlerini saklıyorlardı. Beni güçleriyle vurup yıldırmaya çalışıyorlardı. Elbette başaramıyorlardı, başaramayınca öfkeleri biraz daha tutuşuyordu.

Onların güçleri para, makamdı. Bizim gücümüz ise samimiyetimizdi.

On bin lira kira…

Bu yüksek kira tutarından dolayı zarar ettiğim için yeniden müsteşara gitmek mecburiyetinde kaldım, meseleyi izah ettim.

“On bin lira size kira, bir de altı kişilik bir ailenin geçimini sağlayacak parayı da kazanmam gerekiyor. Uludağ Bakacak yolunun yedi ay kardan dolayı yolu kapalı. Diğer aylarda da, devamlı sisli, yağmurlu bir havası var. Masraflarım bu kadar çokken 1 ₺ ye dürbüne baktırarak ben dört ay kadar kısa bir sürede bu kadar meblağı kazanabilir miyim?”

Müsteşar. “Ever, zor.” dedi.

Ben de şöyle bir teklifte bulundum:

“Bakacak mevkiinde hiçbir satış yeri mevcut değil, en yakın işletme dört kilometre mesafe uzaklıkta. İzin verirseniz orada semaverde çay satmak isterim.”

Kendisi Bursa Milli park bölge müdürlüğünü aradı. “Çocuğa karışmayın sıkıntısını gidersin,” dedi, sözlü izin verdi.

Kendisine teşekkür ederek oradan ayrıldım.

Semaverde çaya başlamak için hazırlıklarımı yaptım. Tamamladığım da Bursa Uludağ Bakacak mevkiinde çay satışına başladım.

Uludağ’ın en uç noktasında, ormanların içinde, marketten bakkaldan, satış yerlerinden uzak bu yerde; çayı, şekeri, odunu, suyu, yıkaması, toplaması, taşıması gibi binbir zahmeti olmasına rağmen bana verdikleri bu imkanı sadece kendi menfaatime kullanmayıp hem devletime hizmet, hem milletime hizmet amacıyla çayı 1 liradan satışa sundum.

Neden devlete hizmet? Çünkü her sene gelen turistlerin yüksek fiyat uygulamasından dolayı kazıklanıp bunların haberleri gazetelerde, televizyonlarda çıkarken, (Ek 16: yüksek fiyatlarla ilgili çıkan haberler) bizim de bu haberlerin aksine devlete ve millete hizmet amacıyla ülkemize gelen turistlerin verdiğimiz uygun fiyattaki ürünlerden memnun kalmasını sağlayarak gittikleri yerde bu memnuniyetini ifade etmelerine sebep olmaktı. Bu da daha çok turistin ülkemize gelmesine sağlayacaktı.

Neden millete hizmet? Çünkü yüksek fiyattan dolayı milletimizi Uludağ’dan soğutan rant sahiplerinin bu yaptığı yanlışı telafi edip, tekrar milletimizin Uludağ’a gönül rahatlığıyla çıkmasını sağlamaktan dolayı.  (Ek 17: milletin bizden memnun olduklarına dair, millete hizmet ettiğimize dair resimler)

Gelen memnun oluyor, ağzında dualarla dönüyordu. Müşteriler bir kere çay içip pişman oldukları cafelerdeki gibi pişman olmuyor, farklı şehirlerden, uzak yerlerden sırf bizim çayımız için Bakacak’a geliyorlardı.

Tabiki hiçbir şey böyle sorunsuz değildi. Burada çalıştığım sürece bir düz bir yokuş olan bu dünyanın yokuşu benden hiç gitmedi.

Bize verilen bu sözlü çay izni Adnan Gencer ve Filiz Şensel Tombalak’ı daha çok öfkelendirdi. Bu öfkeleriyle üzerimize daha çok yüklenmeye başladılar. Kimi zaman ‘Kaldır bunu buradan iznin yok’ diyerek, kimi zaman ‘semaver duman çıkartıyor şikayet var’ diyerek..

Oysa Sarıalandaki millipark yetkililerinin bulunduğu yerin hemen dibinde olan et mangalların dumanı ortalığı kavuruyor ne hikmetse şikayet olmuyordu. Bizim semaverden doğru düzgün duman bile çıkmazken şikayet olduğunu söylüyorlardı.

Uzan lafın kısası; orada olduğum müddet boyunca bana rahat bir çalışma ortamı bırakmadılar.

Oysaki ki sarıalan ve Çobankaya’da bulunan diğer esnafların yerleri her beş senede bir ihale edildiği halde ne hikmetse yirmi yıldır hep aynı adamlara verilmesini ve bu adamların dernek adı altında buraları işletmesini, kullanım alanlarının dışına çıkıp caddenin ortasına kadar tezgah açmalarına göz yumuyorlardı. Çünkü burada “körler ve sağırlar birbirini ağırlar” hesabı güdülüyordu. Çünkü burada millete hizmet eden bir adam onları rahatsız ediyordu. Çünkü bunların tek bir derdi vardı, o da ceplerini doldurmaktı. Bizim ise tek derdimiz vardı, yaratılana hizmet edip Yaradan’dan (c.c) mükafat bekleyip ekmeğimizi çıkarmaktı. Biz bu hizmetle devletimizden madalya beklerken, onlar bize “aba altından sopa” gösteriyorlardı.

Her gün bize mobing uygulanıyordu;

Defalarca semaverimi koymak için yaptırdığım tezgahımı bir çok kez kırdılar. Bir gün işimin başına geldiğimde tezgahıma “ya bursaya inersin ya mezara” yazısı yazdılar. Akşamında, ormanlık alandan bana doğru bir şarjör mermi boşalttılar, amaçları beni vurmak değil korkutup kaçırmaktı.

Arkadaşımdan biri whattsapdan bana mesaj yazdı; Fidyekızık da iki kişinin konuştuğunu duymuş, bizim kulübeye fetö kitabı koyacaklarını ve fetöcü diye savcıya şikayet edeceklerini, dikkat etmem gerektiğini söyledi. (Ek 18: bunu bana haber veren arkadaşımla whattsap yazışması.) Ben uyandığım için bunu beceremediler.

Daha sonra ihtiyar bir adamı kullandılar. İhtiyar adam orada tezgah açtı. Ben de kendisine “amca bunları izinsiz satma, milli parklar gelir bunları alır” dedim. Amca yaşlı ve sert bir amcaydı. “Sen kimsin!” diye hitap etti.

“Çaycıyım. Benim şartnamemde burada kimseye bir şey sattırmamam gerektiği geçiyor. Bunu buradan kaldır.” dedim daha sonra oradan ayrıldım. Çay satmaya devam ettim. Biraz sonra kızım amcanın konteynırın yanında telefon görüşmesi yaparken konuşmalarına şahit olduğunu söyleyerek duyduklarını anlattı.

“bu çaycı fetöcü gelin bunu buradan alın.” demiş. Kızım bana bunu söyleyince ben de amcanın yanına giderek “Allah’dan korkmuyor musun, utanmıyor musun iftira atmaya!” dediğimde, hemen eşyaları arabaya attı ve gitti. Sonrasında savcılığa gitmiş, “bu fetöcü, beni öldürüyordu” gibi inandırıcılığı basit bir iftira atmış. Savcılık onu kale almadı. (  kovuşturmaya gerek olmadığına dair savcılıkta bu evrak mevcuttur.)

Bunu da beceremediler bu sefer iki dürbün için benden 10 bin lira kira alanlar, Çobankayadaki dernek adı altında şahsın işlettiği büfeyi 6 milyar 750 liraya verdikleri halde, büfecinin gelip benim orada minibüsle çay satmasına ve masalar ve sandalyeler atarak orayı kafeye çevirmesine karışmadılar. (Ek 19: büfecinin bizim orada çay sattığını gösteren resimler)

Benim küçük tezgahıma hep karışanlar; yüksek olduğu için güneşin yakıcılığına karşı başımın üzerine bir şemsiye koydurmayanlar, oturmam için bir tabure koydurmayanlar, büfeciye hiçbir izni yokken her türlü kolaylığı sağlayıp, aylarca onun orada çalışmasına göz yumdular.

Kendilerine defalarca bunu buradan kaldırın dememe rağmen kaldırmadılar. Zamanın Çobankayadan sorumlu memuru Yılmaz’a: “Bunu niye buradan kaldırmıyorsunuz? Seni bundan dolayı bakanlığa şikayet edeceğim.” dediğimde, şu cevabı aldım;

“Benim bir suçum yok. Git bunu Filiz Şensel Tombalak’a söyle, o gönderdi.”

Jandarması, Milli Parkı, bu adama hiçbir işlem yapmadı. Daha sonra zamanın valisi Münir Karanoğlu geldi.

“Sayın valim bu şahıs Çobankaya’da büfe işletiyor. Oniki ay yolu açık. Her şey satmasına izin var. Yıllık 6.750 kira ödüyor. Bu da yetmezmiş gibi bir de gelip bizim burada minibüste çay satıyor. Bu sizce etik midir? Ben de bir minibüs alıp onun büfesinin oraya çeksem, sucuk ekmek satmaya başlasam, yakışık alır mı?” dediğimde büfeciye kızarak: “Bir daha seni burada görmeyeceğim.” diyerek son noktayı koydu ve onu gönderdi.

Bununla da bitmedi baskılar.

Teleferikteki bütün dükkanları ve Bof otelin altındaki ondokuz dükkanı işleten Oğuzhan Maviçiçek, benim oraya geldi.

Bana, buraları alacağından bahsedip şu teklifte bulundu: “ya benimle çalışırsın ya da Bursa’ya inersin”

Ağzından laf alabilmek için, “Ben 2007’den beri uğraşıyorum, bu iş bu kadar kolay mıdır?” dedim.

“Antalyalı bölge müdürü gelecek,buraya büfe koyacağız bize isgaliye kesecek ve yap, işlet, devret ile burada hak sahibi olacağız.”

“Meydan burada. Gücün yetiyorsa buyur yap!” diye çıkıştım, çekti gitti.

Daha sona gazetelerde millipark bölge müdürü Yahya Güngörün bir kadınla arabada yakalandığını ve görevinden alındığını duydum. (Ek 20: buna dair gazete yazısı) Bir baktım komegene adlı bir büfe geldi benim oraya, Oğuzhan Maviçiçek’lere ait. Adam başladı satış yapmaya. Milli parkları, jandarmayı arıyorum “bunu buradan kaldırın” diye, kimse dinlemiyor. “Toplantıdayız, bakarız/ederiz” diye diye oyalıyorlar beni. Bu zaman zarfında adam aylarca çalışmaya devam etti. Sonra: “onun da hakkı var ona da isgaliye keseriz” dediler. (Bu büfenin resimleri emniyetin el koyduğu cep telefonumda mevcut)

Bir gün Bakacak’a gelen milli park memuruna “yeni müdürünüz geldi mi?” diye sordum.

“Evet Antalyalı müdürümüz geldi.” dediler.

O zaman anladım ki; Oğuzhan Maviçiçek’in bana dediği doğru çıkmıştı. Son çare Milli park genel müdürü Nureddin Taş’ı aramak zorunda kaldım. Aylardır gelip kaldırsınlar diye uğraşıp durduğum büfeyi, Nureddin abinin devreye girmesiyle iki dakikaya kalmadan kaldırdılar. Ve o zamanın Uludağ milli park Müdürü Ozan beyi de görevinden aldılar.

Daha sonra vali yardımcısı Abidin uysal, Osmangazi belediyesi encümen üyesi Karkay  kafenin sahibiyle geldi. Ben, seyir terasının altında çöp topluyordum. Karkay cafenin sahibi vali yardımcısına: “valim, turizim açısından bu adam buraya yakışmıyor, bunu buradan kaldırın.” dedi.

Bir gün manav tezgahı geldi. Yetkililere bildirdim, ilgilenmediler, haftalarca manav tezgahı orada çalıştı. Kimse hiçbir işlem yapmadı. Bir gün yine seyyar çay ocağı geldi,satış yapmaya başladı. Bunu jandarmaya, milli parklara söyledim, hakkında hiçbir işlem yapılmadı. Yine haftalarca çalıştı.

Bakacak’daki yerimde gözü olanların üzerime uyguladıkları bu tür baskılarından dolayı, çare olarak; Büyükşehir belediyesine ve milli park bölge müdürü Mustafa Buluta sözlü olan çay iznimi resmileştirmesini talep ettim. Ve kendilerine şunu söyledim:

“Elektriği, suyu olmayan bu kadar kısıtlı imkanlarla ancak masraflarımızı çıkarttığımız bu yer için resmileştirme talebimden dolayı eğer kirama zam yapacaksanız o zaman açık alanda olan tezgahımı kapalı olarak 5×2 seyyar büfe olarak büyüteyim ve aparatif gıda satayım; bu sayede kirayı daha rahat ödeyebilirim. Zam yapmayacaksanız bu şekilde devam edeyim.”

Mustafa Bulut Bursa ikinci bölge müdürüyken milli park genel müdür yardımcılığına tayini çıktı. Gider ayak iznimi resmileştirdi ama 10 bin lira olan kiramı 22, 500 liraya çıkardı. (Ek 21: 25.09.2018 ihale 16.10.2018 tarihinde yer teslim ve 22.500 yatırdığımıza dair makbuz) Bunun yanında seyyar büfe ve aparatif gıda talebimi ise yerine getirmediği gibi öyle bir şartname hazırladılar ki, resmen çin işkencesi gibiydi. Öyle ki Uludağ’ın yağmurunu ve kar’ını, çok soğuk olduğunu, bu şartlar altında açıkta çalışamayacağımı bildikleri halde böyle bir tezgahı bana layık gördüler. Bununla da yetinmediler, 4 metre kullanım alanın mevcut derken bir top sahası kadar olan yerin çöpçülüğünü/bekçiliğini bana yaptırdılar. Seyir terasındaki her hangi bir tadilatı, onarımı benim üzerime yıktılar. Piknik yapan misafirlerin Ateş yakmamaları için benim uyarmamı söylediler, bu da gelen misafirlerle aramızda sürekli tartışmaya sebep oluyordu. Kendi yapacakları işleri benim şartnameme ilave ederek bana yaptırdılar. Bu da, bir nevi üzerime uygulanan yıldırma politikasıydı. Beni burdan yıldırıp kaçırmanın diğer adıydı

Biz 6 kişilik aileyiz. Yoksulluk sınırını da 8 bin lira olarak hesaplarsak kiramızla birlikte bu 100/120 bin liraya tekabul ediyor. Cumartesi ve pazar harici yoğunluk olmadığı için bu şartlarla da bu paranın kazanılmayacağı aşikar. Devletimizin görevi millete hizmet eden ferdlerin yükünü hafifletmektir. Yük üstüne yük koymak değildir.

Bulunduğumuz yerde ne elektriğimiz vardı ne de suyumuz. Bizim bulunduğumuz yerde Türktelekom binasında elektrik vardı. Biz oradan bizim adımıza onlardan elektrik talep ettik ve aldık. (Ek 22: Türktelekom’dan aldığımız elektrik izni) Lakin belediye buradan izin aldığımızı duyunca “o izni sen bize ver. Oradaki direkleri değiştireceğiz. Sana da elektriği biz veririz.” dediler. Elektrik direklerini değiştirdiler ama bana elektrik vermediler. Elektrik olmadığı için meşrubat türü şeyleri soğutamıyorduk sıcak diye kimse almıyordu 6 kilometre uzaktan suyumuzu alıp onunla çay demliyorduk. Bir de bu sıkıntılar yetmezmiş gibi kiramıza yapılan zamdan dolayı bunaldık ve Büyük Şehir Belediyesine müracaat ettim.

“Bu yerin yetmediğini, yağmuru çamuru, kar’ı olduğunu, bu sıkıntılar içinde rahat çalışamadığımı, bundan sebep büyütüp seyyar kapalı bir yer yapmak istediğimi” söyledim. Büyükşehir Belediyesi de bunu milli parka sormamı söyledi. Milli parka yazılı olarak müracaat edip talebimi söylediğimde yıllık 7. 200 TL yatırmak kaydıyla büyütebileceğimi söylediler. Ben de bir şekilde o parayı yatırdım ve seyyar tekerlekli büfemi büyüttüm. (Ek 23: büfeyi büyütmek için milli parklara yatırdığımız dekontlar)

Söz verdikleri halde Belediye aparatif gıda talebimizi yerine getirmedi. (Ek 24: aparatif gıda talebimiz: 23.01.2018 tarihli ve 13230 sayılı dilekçe) Sadece büfeyi büyütmemize izin verdiler. Bu da bize ayrıca, yük oldu. Bu zorlukların içinde bu masrafların çıkması imkansızdı. Biz yine de sabrı seçtik.

Bakacak yolu, kışın 7 ay kardan dolayı kapalı. Zira burada da millete, devlete ve bizim zararımıza bir uygulama vardı. Kısaca anlatmam gerekirse; valilik kararıyla 2. Oteller bölgesinden Çobankaya camiine kadar kışın yolun açık olması gerekirken bu yolu bilinçli olarak açmayıp Çobankaya bayırından, Çobankaya camiinin olduğu yere inen araçların yukarı çıkamamasından dolayı bu araçları traktörle yukarı çekip 300 lira, 400 lira, 500 liraya kadar milleti söğüşlüyorlardı. (Ek 25: traktör resmi)

Çobankaya camiinden bize gelen Bakacak yolu ise düz ve uçurum olmayan bir yolken (Ek 26: düz bir yol olduğuna dair resim) vali beye bu yolu uçurum, araçlar şarampole yuvarlanıyor diyerek bilinçli şekilde kapatıyorlardı. (Ek 27: bakacak yolunun düz ve bayır olmadığına dair itiraz dilekçemiz: 19.12.2019 tarihli) Oysaki sarıalan yolu daha uçurum, daha bayır, daha virajlı, daha şarampole yuvarlanma ihtimali varken, bu yolu kar motorları için neden kapatmıyorlar?

Burada gaye bambaşka; milleti milyon tl’ye verilip yapılan seyir terasına kar motorlarıyla gitmelerini sağlamak amaçlıydı. Kar motoru 400 tl gibi yüksek bir rakamdı. Bu parayı verip binen vardı, binemeyen vardı. Kaldı ki Kar motorlarının son durağı bakacak olmasına rağmen oraya da getirmeyip, yarı yoldan döndürüp gelen yerli/yabancı turistlerin Uludağ’ın en güzel yeri olan seyir terasının güzelliklerini görmeye mani oldular. Adı üstünde kar motoru; her tarafta gidebilirken, bilinçli olarak Bakacak yolunu kapattılar. Zira gişelerden 21 kilometrelik daha bayır, daha uçurum olan yolları açanlar, Bakacak mevkiine geldiğinde uçurum ve bayır yalanını uydurdular. Burada da hem millete ihanet, hem de yerli/yabancı turistlerin milyon tl harcanarak yaptırdıkları seyir terasını görmelerini engelleyerek devlete ihanet vardı. Biz bu doğruları haykırdığımız için hedefte olduk. Rant sahiplerinin yuvalarına çomak soktuğumuz için bizi buradan atabilmek için ellerinden geleni yaptılar. otelcilerin ve bu rant sahiplerinin elleri uzundu. Millete ve devlete zarar veren bu elleri kopartmak için mücadele ettim. Lakin bu eller bizi sıkboğaz edip burada nefes almamıza engel oldular. devletten maaş alıp da doymayan bu gibi insanlar yüzünden devlet yücelemiyor, yükselemiyor. Zira bunların bildiği tek bir şey var. Doymayan gözlerini para ile doyurmak. Bizim ise tek gayemiz var: Yaradan’nın rızasını kazanmak için devlete ve millete hizmet etmek.

Yaptıkları bu kadar zulüm yetmediği gibi Çobankayadan bize gelen yola kar yokken toprak döküp yolu bir ay kapamaları sabrımızın son sınırı oldu. (Ek 28: yolu toprakla kapattıklarına dair resim) Araçların bize geçişini engellediler. Bize gelmek isteyen 3 kilometre mesafeyi yürümesi gerekiyordu. Yaşlısı, çocuğu vardı. Yürüyüp gelenler de bize kızarak “burada işletme açmışsın niye yolu açmıyorsun? Biz 3 kilometre yolu yürümek zorunda mıyız?” diye tepki gösteriyorlardı. Tepkiler artınca ben de milli park müdürü Yüksel Akdoğan’ı gördüğümde ona dedim ki:

“Çobankayadan Bakacak’a gelen yola kar olmadığı halde bilinçli olarak toprak döküp gelen misafirlerin araçlarıyla seyir terasına geçişini engellemek neyin nesidir? gelenler benimle tartışıyor, ‘işletmen var, yolu toprak dökmek de neyin nesi, niye yolu açtırmıyorsun, bu nasıl iştir’ diyorlar. Ya bir memurunu gönder orada insanlara meram anlatsın. Ya da bu toprağı buradan kaldırın.”

“Valilik kararı var, kış sezonunda kar motorları Bakacak yolunda tur atacak.”

“Bende de valilik kararı var. (Ek 29: valilik kararı) Valilik kararı, kış sezonunda diyor. Kar yokken bu yola toprak dökerek yetkinizi aşıyorsunuz. Her gün yüzlerce millet oraya gelip, mağdur oluyor. Açın bu yolu!” dediğimde tartışma çıktı.

“Yürü git işine bak. yola dökülen toprağı da kaldırmayacağım, git istediğin yere şikayet et.” dedi.

Ben de bu sıkıntıları yetkililere iletmek istedim. Fakat yetkililer ne benim telefonlarıma çıktılar, ne de randevu verdiler.

Bir gün vali bey bizim mahallemizdeki piremir camiine cuma namazına geldi. Beş yaşındaki küçük oğlumu yanıma alarak: “evden gidelim dilekçeyi alalım, vali amcan yolumuzu açsın, onu söylemeye gidelim” dedim ve Muhammed Süheyl’i alıp eve indim, dilekçeyi aldım. Valiye götüreceğim. Oğlum vali beyin yanına doğru koştu. Neden koştu? Çünkü bundan önceki vali, izzettin küçük bey, bizim Bakacak’a ara ara gelip çayımızı içerdi. Bizim bu yaptığımız hizmetten çok memnun olup, “senin yerinde başka biri olsa burada çayı bu fiyata satmaz.” Derdi ve Muhammed Süheyl’i de çok sever, kucağına alıp öper, kendisine harçlık verirdi. Muhammed Süheyl de, bu yeni valiyi diğer valiyle karıştırdığı için onun yanına bu şekilde gidip, “Vali amca bizim yolumuzu aç.” dedi. vali: “çek şunu şuradan ne salıyorsun üzerime!” Diye bana bağırdı. Vali dediğimiz kişi bir şehrin babasıdır. Beş yaşındaki bir çocuğa böyle davranması gösteriyordu ki, yüksel Akdoğan’ın benim hakkımdaki dolduruşlarının tesiriyle, yani vali beye yalan yanlış bilgiler vermesinden dolayı vali beyin bana aldığı tutumu bu şekilde sertleştiriyordu. Çocuğun ne suçu vardı?

“Sevgi göster, şefkat et. Başını okşa, nasıl bir valisin.” dediğimde: “Kes sesini gevezelik etme.” Diye bana bağırdı arabasına atladı ve oradan uzaklaştı. Beni dinlememişti.

Bizim derdimiz milletin sıkıntısının giderilmesi için yola dökülen toprağın kaldırılmasını istemekti. Zira her gün orada seyir terasına giremedikleri için orada yüzlerce insan mağdur ediliyordu. Oysa vali bey bizi hiç dinlemedi. Bizi şamar oğlanına çevirip gitti.

Biz kar motorları Bakacak’a gelecek diye, bir dünya malzeme alıp bir sürü masrafa girmiştik. Zira bizim yolumuz kardan dolayı kapalı olup araç girişi olmadığından dolayı, kış için daha fazla malzeme depolamıştık.

Kar yağmadan önce kar yokken yola dökülen topraktan dolayı, kar yağdıktan sonra da kar motorları için son durak Bakacak iken (Ek 30: Bakacak’ın son durak olduğunun levhasını gösteren resim ve Alinur beye çektiğimiz mesaj. Fakat bizimle ilgilenmemişlerdi) kar motorlarının bize gelmeyip yarı yoldan geri dönmesinden dolayı hiçbir müşteri bize gelmedi.  Ve o kış aldığımız bütün malzemeler elimizde kaldı ve hepsinin tarihi geçti, bozuldu. Bir dünya zarar ettik.

Kışın bu sıkıntılar içinde kışı atlattık.

Yazın orada çalışmaya başladık.

Bir gün çöp toplarken bir takım belgeler buldum. Bunun yanında çay içmeye gelenlerden duyduklarım da vardı. Bu duyumları ve bulduğum belgelerin doğruluğunu araştırdım.

Doğru olduğunu öğrendim; beş yıl önce bir kamu idari binası yapılmış 16 milyona. Bina dökülüyor. (Ek 31: kamu idari binasının resimi) Ve bunu bu şekilde teslim alıyorlar. Nasıl alabiliyorlar?

3 yıl önce sıfır olarak yapılmış ahşap tuvaletlerin yıkılıp yerine iki buçuk milyona villa tuvaletlerin yapıldığını ve bu tuvaletlerin de hiç kullanılmadan çatısının uçtuğuna şahit oldum. (Ek 32: tuvaletin çatısının uçtuğuna dair resimler)

Endemik bitkilerden dolayı bir çiçeğin dahi kopartılmasının suç olduğu Uludağ’da 2. Oteller bölgesinden Çobankaya’ya gelirken yolun sağına yüzlerce kamyon asfalt molozlarının döküldüğünü gördüm.

Bir devirdaim pompasının değiştirildiğini, iki buçuk milyona fatura edildiğini, oysa araştırmamda bu devirdaim pompasının internette 250 tl’ye satıldığını gördüm. Oysa bir araçla Uludağ’a çıkışın 30 lira yakmayan bir aracı o faturaya 350 lira gibi bir rakamla faturalandırdıklarını gördüm.

Ormanlık alana yüzlerce sıfır çit kalaslar atılıp çürümeye terkedilmiş olduğuna rastladım.  (Ek 33: buna dair resim) Bunların her birinin bir tanesi 300 liradan aşağı değil.

Tüm bu duyduklarım, belgede gördüklerim ve bizzat şahit olduklarımdan sonra, bunları Milli park müdürü Yüksel Akdoğan’a göstererek: “Bakanlık sizi, Bakanlığa zarar verecek işlerden men etmek ve Bakanlık’a faydalı olacak işleri yapmanız için sizi buraya müdür olarak atadı. Neden görevinizi layıkıyla yapmıyorsunuz? Tüm bunlar, seni buraya atayan insanlara bir ihanettir. Bu devlete bir ihanettir. Bu millete bir ihanettir” Dediğimde o belgeleri elimden alıp yırttı.

“Bak sen bu işlere burnunu fazla sokuyorsun. Benim canımı sıkma. İşine gücüne bak. Seninle oynarım. O büfeyi senin kafana geçiririm.” diyerek tehdit etti.

Sandı ki beni; susacak, korkacak.

Oysa ben devletini seven biriyim. Devlete ve millete zarar verecek her ne olursa olsun bunun karşısındayım. Ve ben de buna duyarsız kalamazdım. Bu yüzden tarım ve orman bakanı, Milli park teftiş kurulu Başkan’ı Mehmet Karaca’ya bu yapılanları gönderdim. (Emniyetin el koyduğu telefonumda whattsap yazışması olarak mevcuttur) Onlar da bununla ilgili bir şey yapmayınca, karşımda bir muhatap bulamadım ve ben de bunu, iç işleri bakanımız, tarım ve orman bakanımız, adalet bakanımız ve Cumhurbaşkanı’mız duysun diye sosyal medyadan paylaşmaya başladım.

Bundan rahatsız olan Yüksel Akdoğan bana diş bilemeye başladı. Hakkımda Vali beye, Alinur beye yalan yanlış bilgiler vererek tehdit ettiği şeyi yapmaya çalıştı.

2018’den 2020’ye kadar çalıştığımız süre içinde her gün oraya zabıtası, jandarması, milli park yetkilileri gelmesine rağmen bize çok karışmayıp, baskıları hafifledi gibi olsa da 2020’den sonra bu saydıklarımızın hepsi birden bize baskı uygulamaya başladı.

Baskılardan dolayı sosyal medyadan bu kez kendi mağduriyetimi paylaşınca, türlü türlü yalanlarla büyük şehir belediyesi ve milli parklar tarafından hakkımda yalan duyuru yayınladı.  (Ek 34: Hakkımda yayımlanan duyuru) Duyuruda 10 yıl ihaleyle aldığım yeri 3 yılmış gibi gösterdi. 4 metre çay ocağı izni verdik, kendi kafasından 8 metreye çıkardı dediler. Ruhsata müracaat etmediğimi iddia ettiler. ormanlık alana izinsiz konteyner koyduğumu söylediler.

Bu duyurunun tamamı yalandı. Ruhsata muraacat etmediğimi söylüyorlardı: oysa ben ruhsata müracaat için gittiğimde (Ek 35: ruhsata müracaat ettiğime dair evrak) Gökmen isminde zabıta memuru “seyyar tekerlekliye ruhsat vermiyoruz, gerekmiyor.” dedi. O gün Akan isminde bir arkadaşı götürmüştüm yanımda şahit olarak. Onun da şahitliğinde, bunu yazılı olarak vermelerini istediğimde yukarıdan talimat olduğunu vermeyeceğini söylemişti.

İhalemi üç yıl gibi gösterdiler: oysa noterde imzaladığımız şatnamemde 5+5, 10 yıl olarak evrakım mevcuttur. (Ek 36: sözleşmemin 5+5, 10 yıl olduğuna dair belge)

Ormanlık olana konteynerı izinsiz koydu dediler: oysa şartnamemde bir adet konteyner koyabilme iznim vardı. (Ek 37: şartnamemde bir adet konteyner iznimin olduğuna dair evrak)

Daha sonra biz ona bir tane konteyner için İzin verdik o iki tane koydu yalanını uydurdular: Oysaki 2000 yılından beri o konteyner oradaydı, kimin olduğunu bilmiyoruz. (Ek 38: konteynırın bize ait olmadığına dair 2007’ye ve 2014’e ait resim)

Kendi kafamdan seyyar tezgahımı kalıcı büfeye çevirdiğimi iddia ettiler: oysa ben bunu milli parklardan yıllık 7.200 ödeyerek izinli yaptım ve benim büfem kalıcı değildi, seyyardı. (Ek 39: büfeyi büyüttüğümüze dair milli parklara yatırdığımız banka dekontları)

Hiçbir şeyimiz bunların söylediği gibi değildi. Burada tek bir gerçek vardı: millete hizmet edişimizin önüne geçip burayı birilerine yedirmekti.

Daha sonra belediye yayımladığı bu duyuru yalanıyla büfeyi kaldırmak için tebligatlar gönderdi. (Ek 40: fes ettiğine dair) Ben de bu tebligatlarına karşılık belediyeye itiraz ettim, belediye itirazlarımı kabul etmedi. (Ek 41: itirazım)

Her gün jandarma ve milli park görevlileri üzerime yüklenerek beni sıkıştırıyorlardı.

En sonunda jandarma, milli park, zabıta hepsi birden Bakacak’a sözleşmeyi fes etmeye geldiler. Elime kağıdı tutuşturmaya çalıştılar, almadım. Almayacağımı söyledim.
Gerginlik dolu bir zamandan sonra beni öyle bunalttılar ki…

Ani bir şekilde: “25 dakika bekleyin ben size fes etmek ne demek göstereceğim,” diyerek aracıma atladığım gibi bursa valiliğine indim. Zira ben vali beyden 1,5 sene boyunca randevu talep ettiğim halde alamamıştım.

Beni piremir camiine cuma namazına geldiğinde de konuşturmamış, dinlememişti.

Şimdi bugün son çare olarak, sabrımın son sınıra tırmanmasının tesiriyle valiyle görüşebilmek için aracımla heykele gittim. Yolda giderken “gelin şaban filmini seyredin, adam kendini nasıl yakıyormuş görün” diye bağırıyordum yaptığım canlı yayında. Sabrım taşmıştı, ama yine de ben Allah’dan korkan bir adamdım. Asla böyle bir şeyi yapmazdım, yapmayacaktım.. Amacım şaban filminde, baş karakter kendimi yakıyorum diyerek evini nasıl kurtarıyorsa, aynı şekilde tezgahı mı kurtarmaktı. Valinin dikkatini çekip beni dinlemesi için yaptığım bir davranıştı. Ona “hata yaptığını söyleyip bu yanlışı düzeltin” Demeye çalışıyordum. Aynı zamanda amacım, belki bir ihtimal medyaya düşerek, iç işleri bakanımıza, adalet bakanımıza ve cumhurbaşkanımıza sesimi duyurmaktı.

Valilik kapısının önü boştu. Polislerin hepsi dolmuş durağının o bölüme geldiği yöne doğru yönelmişti. Bende yanaşıp parkettim. Zaten o esnada bütün polisler birden bana doğru hücum etti. Kapıyı kilitlediğimde kendimi yakacağımı zannettiler. Oysa benim amacım yine göründüğünden farklıydı: valiyle görüşmeden buradan çıkmayacağım, demek istiyordum.

Fakat derhal müdahale ettiler. Sağ camımı yangın tüpüyle kırdılar, sol camımı tekmeyle kırdılar. Kendimi yakmaya kalkmamama rağmen yangın tüpünü suratıma suratıma sıktılar. Sakalımı çekip beni aracın içinden hışımla aldılar. Yerlerde süründürdüler. Gazın tesirinden dolayı hastahaneye götürülmem gerekirken bileklerime ters kelepçe vurularak Sönmez’in altındaki çarşı karakoluna götürdüler. Ve orada vali beyin okul arkadaşı Acemler Şube müdürü olan Erol bey tarafından karakolda darp edildim.

Bana: “kes o sakalını şerefsiz!” diyerek iğrenç bir hakarette ve aşağılama da bulundu. Tokat attı. Memurlara “siz bunu niye vurmadınız!” Diye bağırdı. Daha sonra “Acemlere götürün bunun kemiklerini kıracağım” dedi ve beni Acemlere götürdüler. Avukat Cumali bey geldi. Fakat Avukatımı odaya sokmadılar.

Avukat suç işlediklerini söyleyip ısrar etti. “Müvekkilimin yanında bulunmam gerek” dedi. Kimse dinlemedi.

Erol tam karışımdaydı.

“Şimdi seni burada paspas yapayım mı?” dedi korkutmaya çalışarak. “kemiklerini kırayım mı?”

Başımı bile eğmedim. “Elinden ne geliyorsa yap!”

Benimle böyle sert konuşmaya devam etti ama bu halde ben de herhangi bir boyun eğme göremeyince bu sefer öyle hızlı renk değiştirdi ki, ben bile şaşırdım.

Birden iyi davranmaya çalışıp, bir çocuğu elma şekeriyle kandırır gibi: “hacıya çay getirin, su getirin, şeftali getirmiştim onu getirin, avukatını içeri alın.” gibi şeylerle iyi davranır gibi yaptı.

Ben sadece tüm bunlara gülüyordum. Aynı tavır aynı ses tonuyla konuştum:

“Şimdi de çocuk gibi beni mi kandırıyorsun? O tokadın hesabını sana soracağım!”

Oradan çıkışta ifademi almaya götürdüler. İfademi alan memura: “Erol bey beni darbetti!” (Ek 42: darp raporu) dememe rağmen; “Savcıya çıkarsın orada söylersin” diyerek o ifadeyi yazmadı. Fakat beni savcıya çıkarmadılar. Barodan gelen bayan avukat savcıyla görüştü. Daha sonra adliyeden, haftada iki gün imza vermek üzere şartlı tahliye ile salındım. Dört/beş sefer beni yine hiçbir suçum yokken ters kelepçe yapıp karakola götürdüler. İnternette mağdur oluşumu paylaşmayı sürdürürsem, böyle içeriye devamlı alınacağımı söylediler. Baskıları arttı.

Bir gün ihtiyaçlarımızdan dolayı Uludağ’da kaldığımız konteynırdan ayrılıp, Bursa’ya evimize geldik. İki gün şehirde kaldık. İşte böyle hiç beklemediğimiz bir anda bize darbeyi vurdular.

Bursa’da geçirdiğimiz üçüncü günün sabahı arkadaşımdan bir telefon aldım. Telaşla bana şunları söylüyordu:

“Acilen yukarı çık. Senin oraya vinç bir sürü jandarma çıkıyor. Senin büfeyi kaldıracaklar acele et.”

Hızla fırladım. Nasıl arabaya bindim, nasıl Uludağ yoluna sürdüm, hatırlamıyorum. Uludağ yolunda çatrak denilen yerde jandarma yolumu kesti, geçmeme izin vermedi. Yukarıya çıkışımın valilik kararından dolayı yasaklandığını söyledi. Oysaki vali suç işliyordu. Zira seyahat özgürlüğüm vardı. Oradaki komutana: “bir süre önce bakan soylu ile görüştüğümü benim bu durumumla ilgili inceleme başlattığını” söylediğimde, jandarma sorumlu komutan üzerime çullanıp o gün bakanımızı aramama engel oldu.

“Yukarıda paralarım var.” diyerek büfenin yanında bulunmak istediğimi söyledim. Kabul etmediler. Yine beni bundan men ederek suç işlediler.

Beni Bursa’ya inmek için zorladılar.

Aşağı indiğimde ise, yolumu kesip bana ters kelepçe yaparak karakola götürdüler. Sonra ifadem alındıktan sonra serbest bırakıldım.

Tüm bunların hepsi bu ülkeye hizmet etmekten ve ekmeğini kazanmaktan başka hiçbir çıkarı olmayan vatandaşa yapılan eziyetlerdi. Zira Cumhur Başkan’ımız Uludağ’ı davosa çevireceğini söylemiş, biz de yüksek fiyat uygulamasından dolayı Uludağ’ın kaybolmuş imajını düzeltmek adına, fiyatları aşağı çekip Uludağ’ı davosa çevirmeye çalıştık. Yetkililer böyle bir insana destek olması gerekirken, cebini düşünen insanları koruyordu.

Yıllardır sürdürdüğüm mücadelem de bana bu sonu layık görmüşlerdi: iş yerimde olmadığım bir zamanda usulsüzce gelip büfemin kapısını zorlayarak içeri girmek, ve büfemi kaldırmak. Ve konteynerımızı darmaduman etmek. Bütün eşyalarımızı karıştırmak. Ailemin bütün iç kıyafetlerini ahlaksızca meydana sermek, Kur’anları ve dini kitapları saygısızca yerlere atmak, ortalığı dağıtmak, birbirine katmak (Ek 43: bunların resimleri) bütün kin ve nefretlerini kusarcasına adeta zulmetmek.. 28 şubatı görmüş biri olarak 28 şubatta yaşamadığım şeyleri yaşadım.

Bu da yetmezmiş gibi beni akli dengeye götürdüler. bana akli dengesi yerinde değil raporu aldırıp usulsüzce kaldırdıkları büfemin faturasını bana yansıtmaya çalıştılar Lakin adaletli doktorlarımızın sayesinde bunu da beceremediler.

Bu nefret nasıl bir nefret olmalıydı ki, benim gibi birine böyle şeyleri reva görmüşlerdi? Yazık günah olmadı mı emeklerime? Tırnaklarımla kazıya kazıya emeklerimle geldiğim noktadan güçleriyle beni yerlere sermek adalet miydi? Kanun koyucuların, kanunsuzluk yapması adalete vurulan en büyük darbeydi. Fakat ben adaletli hakimlerimizin sayesinde bu yanlışın düzeltileceğine eminim, inanıyorum. Çünkü millet bizden çok memnun. Sadece bir bayram gününde 2500 kişinin bizden memnun olduğuna dair imza toplamıştım. Ben isteseydim bunu, 10 bin, 100 bin imza da toplayabilirdim. (Ek 44: imzalar)

Vali beyin beni, hükümeti yıkmaya çalışan bir proje adamıymış gibi göstermesi, bize verilen acıların en büyüğüdür. Zira ben ömrümü devletime ve milletime hizmetten başka hiçbir şey düşünmeyerek geçirdim. Ben bunu 28 şubat döneminde sıkıntılarına göğüs gererek, 15 temmuz gecesinde o yolda yaralanarak gösterdim. Devletimizin bizimle ilgilenmesi için diğer insanların yaptığı gibi “ben 15 temmuz da Gazi oldum.” Diyerek devletin verdiği imkanlardan faydalanmış olsaydım o zaman mı bu devlet bana değer verecekti? Oysa ki biz bu yaptıklarımızın mükafatını sadece Allah’dan bekleyerek yaptık.

Asıl hükümetimize zarar verenler Cumhurbaşkanımızın söylediği “her kesimden insanımızın evine iş yerine, her yere bizzat gidin. Telefonunuz 24 saat açık olsun cevap veremediğinize mutlaka dönün. Halktan kopuk yönetici olmaz. Fuzuli makam işgal etmesin” sözündeki son cümlelerin muhataplarıdır. (Ek 45: Cumhurbaşkanımızın sözü) Yani muhalif olan, kendisini ak partili gibi gösterip ak partiye ve hükümetimize zarar veren yetkililerdir.

Hep şunu söyledim: onların her şeyi vardı ama benim de bir Rabbim vardı.

Bu yüzden ben yenilmedim, şimdi bile..
Sadece bir imtihandayım.

Bugün parasızlıktan dolayı büyük bir sıkıntı içinde olsam da Allah’a tevekkül ediyorum ve bir gün Bakacak’daki işimin bana iade edileceğine inanıyor bu gaye için uğraşlarımı sürdürüyorum.

Bu satırları yazmış olmam bile hâlâ pes etmediğimin göstergesidir aslında.

Ben pes etmedim.
Pes etmeyeceğim.

Bu ülkenin samimi saygı değer adalet üyelerine ve siz adaletli yetkililerimize beni yeniden Bakacak’daki görevimin başına iade ederek bu millete yeniden seve seve hizmet etmemin önünü açmanızı temenni ediyorum.

YORUMLAR

  1. Emrah aydın dedi ki:

    Bu güzel insanın hakkını yiyenlerin Allah belasını versin adamı karakolda darp etmek nedir?? Sakallarını kes şerefsiz demek nedir? Peygamberimizin sünneti sadece peygamberimize düşman olanların zoruna gider Allah bildiği gibi yapsın zalimin zulmü varsa mazlumun Allahı var….

>