Haberde Bursa

Cemal Kırgız yazdı; HAMAM…

18.01.2023
18.756

Köşe yazarımız Cemal Kırgız kaleme aldığı yazıda;

Tehlike soyut bir kavram olduğunda herkes cesurdur.

Savaş meydanındaki asker, çatışma ortasındaki polis, hedefteki gazeteci, ameliyattaki doktor,  ameliyattaki hasta, bombardımana evinde, mahallesindeki yakalanan, işgal altındaki kentin sıradan vatandaşı, psikopat sevgili veya koca karşısında son darbeyi bekleyen çaresiz kadın, iki taraflı yaylım ateş ortasında kalmış kız çocuğu, eylemde coplara doğru koşturan bir sendikacı, töreden kaçan bir başka kadın, kan davasından bunalan bir aile babası, trafikte yakalandığın magandalar karşısındaki biri, evine ekmek bile götüremeyen işsiz baba…

Cesaret her ne kadar yaşama tutunabilmekse de, bazıları için yaşamak, sınanmak demektir.  Tehlike somut bir kavramdır ve cesaretin artık hiçbir önemi yoktur.

Üç gündür uyumuyordu. Üstü başı kir, ter içinde kalmış, kendini dünyanın en berbat adamı olarak hissediyordu. Gömleğinin yakasını kaldırıp, göğsünü kokladı. Leş gibi kokuyordu işte. Emniyet Müdürlüğü binasından çıkarken saatine baktı. Sabahın 01 18’ini gösteriyordu. Nöbetçi meslektaşına selam verip, caddenin karşısındaki taksi durağına gitti. Bu halde onu taksicilerden başka kimse almazdı. Taksinin arka tarafına oturdu. “Heykel’e çek” dedi.

Şehrin üstüne sis çökmüştü. Sokak lambalarının aydınlattığı puslu gecede, bu tarihi kentin sokaklarını, biri yanıp biri sönen ışıklarını, kaldırımdaki ağaçlarını seyrederek, bir yandan da taksi şoförünün kokusunu alıp, kendisine küfür etmemesini dileyerek arka koltuğa gömülmüştü.  Trafik gecenin bu saatinde seyrelmişti. Camı hafifçe araladı. Şoföre de bir sigara uzattı. Derdi şimdi tam da bu anda sigara içmek değildi aslında, üstündeki ter ve kir kokusunu ne kadar bastırabilirse o kadar iyiydi. Şoför dikiz aynasından uzatılan sigara paketine tereddütlü bir bakış attı.

Elini ısrarla salladı. “Korkma, geceni bu saatinde bir şey olmaz. Zaten ben polisim” dedi.

Şoför gözünü yoldan ayırmadan, eline arkaya atarak paketten bir tek sigarayı çekti. Sigara teklifini samimiyet göstergesi sanan şoför muhabbete girişti.

“Amirim, hangi birimdesin?”

“Ne amirim, ne de komiser” dedi. “Sıradan bir polisim işte!”

“Estağfurullah amirim” dedi şoför yine ve ekledi; “Geçen gece de Serhat amirimi alıp, evine bıraktım. Kral adam vallahi… Ne zaman ufak tefek işimiz düşse yardımcı oluyor. Allah ondan razı olsun. Gariban dostu.  Adam gibi adam valla…”

İstihbaratın ve kendi biriminin başındaki Amir’in ismiydi Serhat Amir. Bu şoföre, ya da herhangi birine istihbarat amiri olduğunu söylediğini sanmıyordu. Evi diye gittiği de kim bilir neresiydi?“Emniyet amiriyim” diyerek, geçiştirdiğine emindi. Şoföre bir şey söylemedi. Sigarasından derin bir nefes çekip, yeniden caddeleri, sokakları, sisli puslu kentin siluetini, apartmanları, evleri, parkları, gece yarısı bir yerlere yetişmeye çalışan tek tük insanları izlemeye koyuldu.

“Korkak ruhlar sadece almaya alışkındırlar. Birisi veya bir şey için kendilerini feda edemezler, kendilerinden veremezler. O cesaret onlarda yoktur. Sen de onlardan birisin işte” demişti, sevgilisi.

Sonra da eklemişti. “Sevgi, aşk; cesaret ister diyordun, senden büyük korkak var mı?

Hayat aşağılık bir dramdı işte. Yutkunup, kalmıştı. Mesleğiyle aşkı arasında sıkışmıştı, tercihini mesleğinden yana kullanmak istemiş, bunu da dürüstçe söyleyemediği için şimdi eveleyip geveliyordu.

Sevgilisi, susmak bilmiyordu. “Anneannem hep söylerdi, Cesareti olmayan insanları sevmeyin. Onlar sadece gitmeyi bilir, sevmeyi değil; diye… Bak, baban da anneni terk etti işte. Bari sen akıllı ol güzel kızım… Ama eşek kafam, aptal kalbim sana inandı işte. Defol git şimdi!”

Sessiz sedasız gitmişti. Zaten hep gidiyordu. Hayatına girmiş, ciddi anlamda kendinde iz bırakmış üç kadından da gitmişti. Cesurlar akılda, korkaklar yarı yolda kalıyordu işte. Onları unutamıyor, aklından, beyninden, kalbinden, ruhundan ve elbette teninden çıkaramıyor ama kendisi hep yaya hep yaya’ydı işte…

Ruhu ve beyni kevgire dönmüştü. Kadınlara rağmen tercih ettiği mesleğinde de işler iyi gitmiyordu. Üç gece önce, yani bir kez daha bir kadını yüz üstü bıraktığı gece mesleğinde de çuvallamıştı. Aldığı hap etkisindeki bir müptela muhbirin sözüne kanmış, teyit etmeden, istihbarat, terörle mücadele ve narkotik birimlerini ayağa kaldırıp, şehir dışındaki ücra bir getto da operasyona gitmişlerdi. Sabaha kadar her yeri didik didik etmişler, müptela muhbirin iddia ettiği uyuşturucu kaçakçılığıyla ilgili bir tane hap bile bulamamışlardı. Ele geçen sadece araması olan bir keş ve ruhsatsız bir tabanca olmuştu.

Kentin polisini küçük düşüren olay ise ertesi sabah gün ışıyınca ortaya çıkmıştı. Komşu kentin polisi, teyit edilmiş, sağlam bilgilerle kendi kentinden kaçırılan 80 kiloluk uyuşturucuyu kent girişinde yakalamış, olayla ilgisi olan 5 aranan şahsı da paketlemişlerdi. Anlaşılan uyuşturucu baronları önce muhbiri keklemişler, sonra da kendisi sayesinde şehrin polislerini oyalamışlardı. Bütün emniyet teşkilatı kendisini konuşuyordu. Tabii ki, kızgınlıkla; öfkeyle, kırgınlıkla, acıyarak ve gülerek…

Serhat Müdür, titiz, disiplinli, detaycı bir adamdı. Hepsinden daha ötesi, onu Serhat Müdür yapan müthiş öfkesiydi. Kin kusmuştu kendisine. “Bir müpteladan talimat alan aptal, aptal olduğu gibi bütün teşkilatı da aptal yerine koyduran adamlarla iş yapıyoruz. Sen niye polis oldun ki? Seni bu teşkilata kim aldı ulan?” diye kükremişti.

Mesaisi bitmesine rağmen eve gitmek istememişti. İyi halt etmişti. Bu kez şehrin en belalı yerinde çatışma ihbarı almışlardı. Gece ve sabah yaşananları telafi etmek için, ekip arabalarından birisine atlamış, olay yerine gitmişti. Terk edilmiş fabrika yıkıntıları ve etrafındaki gecekondulardan oluşan bu varoş mahallede, çok sayıda silahlı adam birbirine ateş ediyordu. Ne siren seslerini, ne megafondan yapılan “Ateş kes, polis!” çağrılarını dinliyorlardı. Yanındaki iki meslektaşıyla, ter edilmiş fabrika yıkıntılarının arka tarafına dolandılar. Silah sesleri burada daha fazlaydı. Kir, yağ, pas içindeki hurdalıkların arasında yere yatarak, etrafı kolaçan ettiler. Az ileride, yıkık bina kolonlarının hemen yanında üç silahlı adam, karşıdaki gecekondunun ağaçlıklı bahçesine doğru ateş ediyordu.

Yerde sürüne sürüne adamlara yaklaştılar. 15 metre kala, etrafı dinlemek için birisi yıkık duvarın altına çökerken, kendisi ve diğer meslektaşı hurdalıkların altına sinmişti. 10 metre kaldı. İşaretle anlaştılar. 5 metre kala ayağa kalkacaklar, silahlarını doğrultup, önce bu üçünü teslim alacaklardı. 7 metre kaldı…. 6 metre… Ve telefonu çaldı. Oskar Harris’ten “Alta Gracia” belalı gecenin romantik ironisi gibiydi. Arayan sevgilisiydi, telaşla telefonu kısmaya çalıştı. Ama geç kalmıştı. Silahlı adamlar da duymuştu, Oskar Harris’in davudi sesini… Telefonu açtı, bir yanda, sevgilisinin, “Allah belanı” versin sesi, öte yandan silah sesleri geceyi çınlattı. Duvar kenarındaki arkadaşı ve yanındaki arkadaşı vurulmuştu. Takviye kuvvet gelmese, kendisi de vurulacaktı. Vurulmaması da mucizeydi. Ayağa kalkmasına kalkmıştı ama elinde silahı yerine, telefon duruyordu ve 6 metre ilerideki psikopatlar kendilerine kurşun yağdırıyordu. Büyük operasyon kanlı bitmişti. Yine onun sayesinde. Operasyona gidiyordu ve telefonunun sesini kısmamıştı. Neyse ki, meslektaşlarından birisi sol kolundan, diğeri de sağ bacağından yaralanmıştı. Ölmeyeceklerdi. Henüz yani. Polis 36 kişiyi silahları ile birlikte ele geçirmiş, girdiği çatışmada biri ölü, 5 kişiyi de yaralı olarak etkisiz hale getirmişti.

Ve artık telefonunu kapatmıştı.

Önce polisler, sonra savcılık ifadesini almıştı. Yaralanan polisler, amirleri, aileleri, bütün teşkilat öfkeliydi. Serhat Müdür de öyle! Muhtemelen polislikten de atılacaktı. Artık inanıyordu, o kaybedenler kulübünün bayrak tutanı ve en lanetlisiydi.

Şoförün, “Heykel’e geldik amirim, nerede bırakayım” sesiyle irkildi.

“Şu köşede ineyim ben” dedi. Taksimetreye kendi göz attı. Parayı uzatıp, “Üstü kalsın” dedikten sonra arabadan indi.

Havanın serinliği bir anlığına iyi geldi. Serin havayı içine çekti. Esen rüzgâra rağmen, çektiği havayla birlikte kendi kokusu da girdi ciğerlerine. Öksürdü. Sonra bir sigara daha yakıp, yürümeye başladı. Saatine bir kez daha baktı, 01 41’i gösteriyordu. Önce Altıparmak’a doğru yürüdü. Açık tek bir bar bile kalmamıştı. Sonra tekrar Heykel istikametine yürüdü. Ara sokaklarda bir birahane gördü. Ancak garson, tadilat nedeniyle geç kaldıklarını, yoksa 12’de kapattıklarını söyledi. Büfeler de açık değildi. Tekel bayii bulmak umuduyla bir ara sokaklara girdi, bir caddeye çıktı. Şehre bir şeyler olmuştu bu gece, her yönüyle ruhu gibi ıssız, çorak ve mutsuzdu.

“Allah Belanı Versin” demişti, tıpkı Sevgilisi gibi Serhat Müdür de.

“S..ktir Git. Bir daha gözüme gözükme. İki vatan evladı, senin yüzünden şehit olacaktı ulan! Ne diyecektin Ulan ailesine, onu yetiştirenlere?… S.ktir Git… Vazgeçtim. Bu gece burada kalıyorsun. Gece yarısı 1’den önce de çıkmıyorsun. Ama bu odada değil. Nezarette. Yarın da gel ya istifanı ver, ya da zaten mahkeme sonrasında s.ktir edecekler seni! Seni polis yapanı ben…” ve daha binlerce kelime… Hepsi hakaret dolu…

Sonra bir başka meslektaşı gelmiş, sırıtarak, “Hadi mesain doldu. Gidebilirsin artık” demişti.

Şimdi buradaydı işte. Bir mahallenin yokuşuna vurdu kendini. Rüzgârın sesine karışmış müzik sesleri duydu. Hem soluklanmak, hem de müzik sesinin nereden geldiğini anlamak için durdu. Yokuşun yukarısından geliyordu sesler. Garip bir tınısı vardı müziğin. Bir Oscar Harris değildi. Oscar Harris? Aklına geldi yine o kötü an. “Kahretsin” dedi kendi kendine. Slow veya rock müzik seviyordu. Ama bu psikolojide ne olsa dinleyecekmiş gibi geliyordu, arabesk bile!

Ut, Tef, Darbuka ve kemandan oluşan, ağır nağmeli müziğe yaklaşmıştı. Artık kesin emindi. Köşedeki hamamdan geliyordu sesler. Üç gündür yaşadıkları, kokusu, pisliği, rezilliği, lanetliliği, hepsi ama hepsi geldi aklına. Sonra başka bir şey daha takıldı kafasına. Bu hamam tadilatta değil miydi? Yerel bir gazetede okumuştu, Büyükşehir Belediyesinin tarihi hamamı restore ettiğini. Ya da aklında öyle kalmıştı, yanılıyor da olabilirdi. Veya tadilat bitmiş, bu gece de açılış niyetine bu saate kalmış olabilirdi.

Hamama girdiği andan itibaren buhar ve sis bulutu dikkatini çekti. Hamam da Kentin sisli havasıyla paralel bir pus içinde kalmıştı. Tek fark, buhar şehirden ve kendisinden daha güzel kokular barındırıyordu. Buharla birlikte kokuyu çekip, resepsiyona gitti. Bankın arkasında kimse var mı diye bakınırken, bankı bir odaya bölen kırmızı perdenin arkasından neredeyse cüce diyebileceği bir adam çıktı geldi. Müziğin sesi daha netleşmişti. Ama böylesi bir müziği ilk kez dinliyordu. Enigma’nın ilk dönem müziklerini de andırıyordu, ağdalı ve tuhaf bir ritmi vardı. Perdenin arkasından çıkan adama, hayretle, şaşkınlıkla ve ürpererek baktı. Bunu saklayamadığı için kendine kızdı. Resepsiyonistin yüzü bir Tır’ın altında kalmış insan kafası gibi yamuk yumuktu. Gözleri patlak; yanaklarındaki yamukluğu saklamak için bıraktığını sandığı sakalı, biçimsizce kesilmişti. Buna rağmen, oldukta kibar bir ses tonu vardı. Saliselik bir hisle, haline şükretti. 40 yaşına merdiven dayamış olsa da halen yakışıklı sayılabilecek, belli bir karizması olan, sağlıklı bir adamdı. Sadece bazen aptal, genelde de şansızdı.

“Buyurun Bey’im” dedi cücemsi yaratık insan.

“Son üç günüm çok kötü geçti, Hamam halen açıksa ben de yıkanabilir miyim” dedi.

“İçeri de daimi müşterilerimiz var. Siz rahatsız olmazsanız, tabii ki, biz de onur duyarız” dedi cüce.

Tekrar perdeden içeri giren yaratık benzeri adam, elinde sabun, peştamal, havlu ve mini paket şampuanla geri geldi. “Buradan buyurun beyefendi” dedi.

Birkaç odadan oluşan bölmelerden ve holden geçerek, önce soyunma odasına girdi, sonra donuyla kalmış halde, elinde peştamal, sabun ve küçük paket şampuanıyla giderek yükselen garip müziğin yayıldığı büyük odaya girdi. İçerisi kalabalıktı. Göz gözü görmüyordu. “Hamam kültürü önemlidir” demişti kendisi gibi polis olan dedesi. “Hamamlar, bizim kültürümüzde önemli bir yer tutar. Şimdi, Modaymış, parfümmüş, sosyete merkeziymiş gibi söylenen Paris var ya, orasını bok götürürken, biz de hamam kültürü vardı. Onlar kaplara, tabaklara sıçıp, sokaklara dökerken, biz de tuvalet, banyo adabı bulunuyordu. Avrupa’ya hamamı, yıkanmayı, tuvaleti, temizliği Türkler getirdi Evlat, bunu unutma. Ayrıca hamamlar, doğal terapi merkezimizdir. En kötü psikolojideki insanımızı bile rahatlatır, pamuk gibi yapar. Sen de fırsat buldukça gitmelisin evlat” diye de eklemişti. Daha 9 yaşındaydı ve tarihi hamamda, dedesi ve onun meslektaşlarıyla gelmiş, oyun havaları, müzik eşliğinde yıkanıp, keselenmiş, ortamın odak noktası bir çocuk olarak mutlu ve halen hatıralarında yer eden güzel bir gün geçirmişti. O da çok sevdiği dedesine özenmiş polis olmuş, dedesine özenmiş hamama gelmişti işte…

Gözlerini ortama alıştırmaya çalıştı bir süre. Buhar sisinden oluşan pus içinde birisi, ayaklarını sürüyerek yaklaşarak, hemen yanı başında fokur fokur kaynayan suyu akan kurnayı gösterdi ona. Yüzünü seçememişti refakatçinin, ancak eğlence ortamındaki yabancı birine, misafirperverlik gösterdikleri için de teşekkür etmişti.

Buhar bulutunun ortasında birileri dans ediyordu sanki. Kadın mı, erkek mi çıkaramadı. Bütün kurnaların başında da insan karaltıları vardı. Müziğin ritmi de değişmişti, daha ağır bir hal almıştı. Sabunlanmaya başladı. Köpük köpük oldu. Yüzüne su döküp, dans edenlere göz attı. Bir merkezin ortasında dönüyorlar, ancak Sema gibi yapmıyorlardı. Bunlar yavaş adımlarla merkezin ortasında belli bir ipucunu takip eden insanlar gibi aynı adımları atıyor, bir sağa, bir sola eğilip, bir de kafalarını yukarıya kaldırıyorlardı. Müziği icra edenler ise büyük hamamın diğer köşesindeydiler. Yeniden sabunlandı. Bir yandan yıkanıyor, diğer yandan, “hamam gerçekten de terapi merkezi” diye içinden geçiriyordu. Bir tas sıcak mı sıcak suyu kafasından aşağıya döküp, yüzünü, gözünü parmaklarıyla ovalarken, bir şey daha dikkatini çekti. Hamam kalabalıktı, çok kalabalıktı. Ama hiç insan sesi gelmiyordu. Dans edenler vardı, kurnaların başında birileri oturuyordu, ancak müzik ve su sesi dışında hiçbir şey duyulmuyordu. Polislik önsezisi olsa gerek, garip bir kuşkuya kapıldı. Ürperdi. Etrafını kolaçan ederken, şampuanı açmıştı. Yıkanıp, hemen buradan gidecekti. Ama ne olduğunu da anlamak zorundaydı.

Şampuanı bütün vücuduna yaydırdı, koltuk altını, yetişebildiği kadar sırtını, kasıklarını, bacaklarını, göğsünü ovaladı. Arada sırada dans edenlere ve kurna başındakilere bakıyordu. Artık emindi, onlar da kendisine bakıyordu.

“Selamünaleyküm” diye seslendi.

Müzik sesi aniden kesildi, yerini yürek yakan, kulakları sağır edecek biçimde çığlık sesleri aldı.

Köpük içindeydi. “Hey, size söylüyorum. Allah’ın selamını verdim. Selamünaleyküm, dedim. Siz ne yapıyorsunuz?” diye bağırdı. Kendi sesi kendine yankılandı. Yeniden çığlık sesi tüm hamamı kapladı. Salisesinde, bir tabur askerin çıkardığı ayak sesleri ve karaltılar kendine doğru yaklaştı. Buhar artmıştı, ortamdaki güzel koku da değişmeye başlamıştı. Buhar sisinin perdesini gölgeler almıştı, bir metre önündeydiler. Vücudundaki köpüklere baktı. Lağıma düşmüş gibiydi, kurnaya göz attı, leş gibi su akıyordu. Ayağa fırladı ve o an hayatının şokunu yaşadı. Tam karşısında yüzlerce ters ayaklı, garip yaratık duruyordu. Etrafı dayanılmaz derecede pis koku sarmıştı. Tereddüt bile etmeden geldiği koridor yönüne fırladı. Gölgeler, yaratıklar, her kimseler, peşinde gibiydiler, iki kez ayağı kaydı, tökezledi. Duvarlara tutunarak ilerledi. Koştu, koştu. 50 metre kadar tahmin ettiği resepsiyon bölgesi, 5 kilometre gibi gelmişti. Üzeri, bok, sidik, kan, ter kokuyordu, vücudundan, saçlarından pis sular süzülüyordu ve hiç biri umurunda değildi.

Sesler aniden kesildi. Tam hole girmişti ki, resepsiyon görevlisi, cüce, yaratık insan karışımı adam karşısında beliriverdi. “Ne oldu beyim, ne bu telaş” diye sordu yine sırıtarak. 32 dişi de ortaya çıkmıştı ve her biri iğrenç derecede çürüktü.

“İçeride, içeri de….” Derin derin nefes alıp, arkasına baktı. Gelen giden yoktu. Saliselik de olsa rahatlamıştı. “İçeri de” dedi yeniden ve ekledi; “Garip, tuhaf insanla var. Ters ayaklılar” diye bağırdı.

“Nasıl ters ayaklılar?” diye sordu, cüce, yaratık, insan karışımı adam. Sonra da, omuzlarından tuttu onu. “Böyle mi?” dedi. Hatırladığı son şey bu oldu. Resepsiyon görevlisinin gösterdiği kendi ters ayaklarıydı. Aynı anda diğer ters ayaklılar, onlarcası, belki de yüzlercesi her yanını sardılar. Bağırmak istedi, yapamadı. Ağlamak istedi, gözyaşları akmadı. Sadece koştu, koştu, koştu.

“Ne yaptı yine bu salak?” diye bağırdı Serhat Müdür. Onu bulduklarında, bir bankanın önünde, anadan doğma biçimde bayılmış haldeydi. Kendisine yardım etmek isteyen insanlara saldırmış, tekrar koşmuş, tekrar bayılmıştı. Ettiği tek kelime, “Hık…” tı. Sadece, “Hık!” bazen “Hıkkkk…” diye uzatıyordu, ama konuşamıyordu. Polis ve ambulans gelmiş, üzerine battaniye örtmüşlerdi.

“Kafayı mı sıyırdı bu, üstüne başına da sıçmış. Her yeri bok içinde! Elbiseleri nerede bu salağın?” diye sordu yine Serhat Müdür.

Bir meslektaşı, gülerek, “Sıçmamış müdürüm, sanki kanalizasyon çukuruna düşmüş. Elbiseleri nerede, nasıl soyunmuş, nereye düşmüş bilmiyoruz. Sadece “Hık” diyor, başka bir şey demiyor” diye yanıtladı. Sonra kahkahayı bastı. “Dal t. Şak koşup, duruyor, kendini yerlere atıp, debeleniyormuş. Görgü tanıkları böyle söylüyor. Allah’tan bizimkiler tanımış bunu… Yoksa…” diye ekledi.

Serhat Müdür gülmemişti. Polislerin ortasında yere çöküp, büzüşmüş, sağ elinin başparmağını emerek, oturduğu yerde ileri geri sallanan ve sadece “Hık”, “Hık”, “Hık” diye mırıldanan kendi emrindeki bu polise acıyarak bakmıştı.

“Zaten kovulacaktı. Belki bu sayede yırtar. Deli raporu da alır bu!” dedi kendi kendine.

Ambulansa alınan polisin, ağır depresyon teşhisiyle, ruh ve sinir hastalıkları hastanesine kaldırıldığı ve polislik yapamayacağı raporunun çıkarıldığı bilgisi geldi Emniyet Müdürlüğü merkezine. Herkes rahatlamıştı.

Birkaç gün sonra, hamamın tadilatına giden Belediyenin taşeron firması işçileri, odalardan birisinde, yağ, kir, pasak dolu, ter kokulu pantolon, gömlek ve ceket buldular. İşçilerden birisi bu kıyafetleri eline alıp, arkadaşlarına sallayarak, “A. Koduğumun i..leri, burada uyuşturucu içip, birbirlerini s…yorlar, sonra da eşyalarını bırakıp gidiyorlar” dedi kahkaha atarak. Öteki işçilerde güldüler. Kıyafetlerin ceplerini yoklayıp, boş olduğunu da görünce, bir çöp poşetine koyup, işlerine döndüler. Basına duyurulmadığı için, kimse ne olduğunu, neler yaşandığını, nerede geçtiğini ve neden olduğunu bilmiyordu.

Öte yandan; Polisin tedavisi bir hayli gecikecekti.

Gündüz yarım düzine psikiyatr ile beraber seanslara giriyor, şekiller, temalar, görseller eşliğinde tedaviye yanıt veriyordu. Daha doğrusu vermeye çalışıyordu. Halen konuşmuyordu, üstelik “Hık” demeyi de azaltmıştı. Bu iyi bir gelişme miydi, seanslar ilerledikçe ortaya çıkacaktı. Gündüzleri böyleydi…

Geceleri ise kimse bilmiyordu.

O her gece ama her gece o hamama gidiyordu.

Lanetli hayatının, tek terapi merkezi bu sadece bu hamamdı ve ne doktorlar, ne polisler, ne de gazeteciler bunu asla bilemeyecekti…

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

>