Haberde Bursa

Ahmet Koçak yazdı; ÇEMBERİMDE GÜL KAYNAK

28.01.2023
942

Köşe yazarımız Ahmet Koçak geçmişin izlerini satırlarına taşıdı. Koçak yazısında; “İlkokul dördüncü sınıftan beşinci sınıfa geçtiğim yaz tatilinde evimizin yakınındaki kooperatif inşaatı yapılıyordu. Gider ustaları izlerdim. Bir kamyon demir indirdiler. İnşaat demirlerinin kimi onluk, kimi sekizlikti. Ustalarla iletişimim devam etti, aramızda güven ve sevgi bağı oluştu. Demirleri eğip şekil vermek için bir tahta masaya düzenek kurdular. Demirleri tezgâha yerleştirip demir bir kol ile istedikleri şekli vermeye başladılar. İlk kez görüyor, hayranlıkla izliyordum. Bir yandan da terli alınları ile:

Yahu Ahmet sen bize körün Allah’a baktığı gibi bakıyorsun. Hadi çeşmeden soğuk su getir de içelim,” diyerek beni çeşmeye yolluyorlardı.

Çok ender bulunan telefon tellerinden kendime çapı on santimlik dört tekerlekli araba yapmıştım. Ön dingile bağladığım ucunu direksiyon şekline getirdiğim tel ile arabamı sürmeye başladım. Direksiyonunu çevirdiğim yöne gitmesini hayranlıkla izliyor, akranlarıma hava atıyordum. Arabamdan kimsede yoktu. Olanların da tel yetersizliğinden iki tekerlekli arabası vardı. Herkes etrafımı sarıp gıpta ile bakıyordu. Zenginlik böyledir; etrafta özenerek bakanlar olmayınca zenginlik de bir işe yaramaz. Ben sürdüm onlar peşimden geldiler derken biri her şeyi göze alarak arabamın üzerine çıkıp ezdi, kaçtı. Özene bezene yaptığım arabama mı yanayım, failin peşinden mi gideyim bilemeden öylece kala kaldım.

Tel arabamın hurdasını eve bıraktım. Bir süre yeniden yapıp piyasaya çıkarmaya cesaret edemedim. O sıralarda çember moda oldu. Telefon telinden otuz santim çapında çember yapılıyor, ucu çemberi sürmek için U şekli verilen başka bir telle sürülüyor, peşinden koşuluyordu.

Arabamı bozup çember yaptım. Çemberimi sürerek ustaların yanına gittim. Çemberimi gören ustanın biri:

“Ahmet bu tel çember iyi değil. İstersen sekizlik demirden sana çember yapayım,” dedi. Birkaç saniye düşündüm; çok iyi olurdu. Köyde benden başka kimsede böyle olağanüstü bir oyuncak olmayacaktı. “Hele sen bize bir ibrik soğuk su getir. Sen çeşmeden gelene kadar çemberini hazır ederim,” demesiyle ayaklarım sırtıma değerek çeşmeye gittim. Döndüğümde demir bükme tezgâhı üzerinde çemberim hazırlanıyordu. Bir süre ustayı izledim. Çemberim de, sürme çubuğum da sekizlik demirdendi. Alıp sürmeye başladım. Elime biraz ağır gelse de çok sevmiştim. Bir süre harmanlarda tek başıma sürüp deneyim kazandım. Akranlarıma göstermeden, onların hayran bakışlarını hissetmeden oynamanın ne tadı olurdu? Hemen akranlarımın yanına gittim. Çevremi sardılar. Bir süre gıptayla izlediler. Ardından:

“Ahmet,  la ver ıcık da ben sürüyüm,” demeye başladılar. Alıp kaçmayacağından emin olduğum birkaç arkadaşıma verdim. Belirlediğim güzergâhta bir tur attılar. Hem böyle paylaşımcı olunca çevrede sevilen, sayılan biri de oluyordu insan…

Çemberi zevkle sürüp peşinden koşarken sürme demiri birleşme yerinden girip birden durdurmasa çok zevkli olacaktı. Çemberi olanca gücümle sıkıp birleşme uçlarını yaklaştırıyor, bir süre sonra geri ayrılıp zevkimi yarıda bırakıyordu. Buna bir çare bulmalıydım. Köyde kaynakçı yoktu, ilçede de olduğundan emin değildim.

Babam pazara gidecekti. Sabah saat beşte uyanıp ben de babamın peşinden kamyona doğru yürüdüm; “madem uyandın gel bari” demesiyle kamyon kasasının kenarından tutunarak ilçe pazarına geldim. O zamanlar Pazar günü, Baran Caddesi’nde kurulurdu pazar. Pazara gitmek; orada gördüklerini ballandıra ballandıra anlatmak bile insanın sosyal statüsünü yükseltirdi. Nefis sucuk ekmekle kahvaltımı ettikten sonra pazarda babamla gezmeye başladım. Tepedoğan köyü’nden, ebemin bacısının kocası Kara Dayı ağzından köpükler saça saça bağırıyor:

Eşini bulana bedava,” diyerek lastik ayakkabı satıyordu. Hemen eşini bulduğum lastik ayakkabıları alıp yanına gittim:

“Kara enişte ben eşini buldum.” deyip babamın peşine giderken kolumdan tuttu:

“Para vermeden olmaz yeğenim. Git babandan para al gel, vereyim,” demesiyle büyüklere olan inancımı kaybettim. Hani eşini bulana bedavaydı!

Satıcının biri insanları etrafına toplamış, masat taşı gibi bir şey satıyordu. Kutusunun üzerinde kırmızı gül resmi vardı. Satıcı:

Şimdi bu elimde gördüğünüz taşı çakmakla tutuşturuyorum. Demirleri kaynatmak için kaynakçıya bir etek para vermenize gerek yok. Kendi kaynağınızı kendiniz yapın,” derken bir yandan da tutuşturduğu taş ile demirleri kaynatıyordu. Bir süre izledim; çemberimi kaynatırım diye düşündüm. Babama almasını söyledim. Babam:

“Hele dur bakayım oğlum evladım. Bu neyin nesiymiş?” deyip biraz izledi, sonra aldı. Çok mutluyum. Pazar sefam hiç bitmesin derken, bir an önce köye gitmek için can atmaya başladım.

Köye gelir gelmez hemen çemberimi alıp dışarı çıktım. Taşı muhtar çakmağı ile tutuşturdum. Resmen taş yanıyor, mavi bir alev çıkarıyordu. Çemberimin iki ucunu birleştirip kaynak yapmaya başladım. Kaynattım. Çemberin soğumasını beklerken taşa üfleyip söndürmeye uğraştım. Ne kadar üfürsem sönmüyordu. Sol elimdeyken refleks olarak -sönsün de bitmesin- diye çırpmamla yanan iki sıvı parçası sol dudağımın kenarına sıçradı. Dudağımın kenarında ve üzerinde yanmaya devam ediyor, beni acılar içerisinde kıvrandırıyorken-her çocuk gibi- yakında komşu kadınlarla oturan anneme doğru koştum. Annem yüzümde yanmaya devam eden nesneyi görünce eliyle sildi. Bu sefer onun elinde yanmaya devam etti. Elini toprağa sürerek kurtuldu.

İki gözüm iki çeşme acılar içinde ağlarken, karakol komutanının karısı evden diş macunu getirip yarama sürdü. Acım azalıp aklım başıma gelince koşarak kaynak taşına gittim ki yana yana bitmiş, yerde külü kalmıştı.

Yüzümü yaktıysam da çemberim kaynamış, hiç aksama olmadan sürülür hale gelmişti. Birini bıyıklarımın kapattığı, diğeri hala duran yara izlerini gördükçe hep o olayı anımsarım.

ahmet.kocak16@hotmail.com

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

>