Haberde Bursa

Miracı anlayabilmek

27.05.2022
580

Bilindiği üzere “Mi’rac” olarak adlandırılan olay, İslam Peygamberi Hz.Muhammed (S.A.V.)’in dokuzyüz küsür mucizesinin en büyüklerinden biridir. Mi’rac olayını anlayabilmek, kavrayabilmek için değil 1440 yıl önceki insanlığın bilim seviyesi, bilimin ve teknolojinin bugün ulaştığı seviye de asla yeterli değildir. Çünkü bu olay tabir-i caizse ilahi bir bilimin ve dolayısıyla ilahi bir teknolojinin eseridir.

 

Bu nedenle, Mi’rac olayının gerçek büyüklüğünü ya da fizik ötesi olağanüstülüğünü lâyıkıyla anlayabilmek, kavrayabilmek Peygamberimiz (S.A.V.)’in dışındaki insanoğlu için belki de mümkün değildir. Ancak onun, meşhur Mi’rac hadisindeki kendisine özgü tanımlamalarından ve de benzetmelerinden yola çıkarak, bu günün bilim ve teknolojisinin ulaştığı seviyedeki bilgilerimizle bu muhteşem olayı bir ölçüde kavrayabilmek ve de hayalimizde canlandırabilmek belki mümkün olabilir.

 

Öncelikle, Mi’rac olayını anlayabilme / kavrayabilme çabasında kolaylık bakımından ön şart (varsa) şüpheli bir bakış açısını terk edip; insanlık tarihinin en doğru sözlü ve en güvenilir insanı olduğu müşrik düşmanları tarafından dahi kabul edilmiş Peygamberimiz (S.A.V.)’ in, (Müslüman bilim adamlarının ekseriyet görüşüne göre) hem ruh ve hem de bir nevi (*) bedenle Mi’raca çıktığına kesin olarak iman etmekten geçmektedir. Çünkü, “Nasıl bakarsan öyle görürsün” özdeyişinde olduğu gibi böyle, akıl sınırlarını aşan, teknolojiler üstü bir olayı anlayıp kabullenmede kendisini ‘Sıddık’ mertebesine çıkartacak olan bir imanla inanmış bir Hz. Ebubekir’in bakış açısındaki anlama-kavrama kolaylığı ile, ona, bu olaya da inanıp inanmadığını alay ederek soran müşriklerin bakış açıları arasındaki anlama–kavrama zorluğu bakımından 180lik bir zıtlık bulunmaktadır.

 

Öyle ya! Günümüzde dahi sesten hızlı, füze gibi uçaklarla seyahat edebilen, neredeyse ışınlama olayını günlük yaşama sokma aşamasındaki (ki bugün ışınlama olayı bilimsel yöntemlerle küçük bir ölçekte de olsa deneysel olarak gerçekleştirilmiştir) bir teknolojik seviyeye ulaşmış bir toplumda yaşayan insanların dahi anlamakta, kavramakta güçlük çekebileceği bu denli olağanüstü, metafizik ve dolayısıyla mucizevi bir olayı; teknolojik seviyesi kılıç-kalkan yapma sınırını aşamamış, bedevi ağırlıklı bir Arap toplumuna anlatmada (Hz.Ebubekir gibi şeksiz-şüphesiz iman edip, olayı anlatıldığı gibi kabullenenler de olduğu gibi) ‘iman’ olgusu  dışında nasıl bir delil getirebilir, hangi isbat  yönteminden faydalanabilirdiniz?..

 

Bundan 14 asır önce  at, deve, katır, (belki fil) ve eşekten başka binek aracı görmemiş bir arap toplumunda yaşayan ve çoğunluğu mektep-medrese eğitiminden geçmemiş cahil insanlara; saniyede takriben 150-200 km hız yapabildiği düşünülen ‘Burak’ isimli bir ‘binit’i ve/veya ışık hızından yüzlerce kat hızlı (manevi bir asansör ya da bilim adamlarınca; zamanı katlayarak uzayda hızlı yol almak amacıyla ilerideki uzay yolculuklarında kullanılması düşünülen bir “Solucan Deliği” olması muhtemel) bir “Mi’rac Merdiven-i Manevisi”ni ve/veya tarifi imkansız bir ‘Ref Ref’i nasıl anlatabilecektiniz? (Bk.2a)

 

Bu günkü teknolojiyle aya gönderilen uzay araçlarının hızının saniyede 10-15 km civarında olduğu ve ışık hızını aşabilecek varlıkların ise madde boyutundan çıkarak elektro manyetik dalga boyutuna geçmeleri gerekeceği bilim çevrelerince ifade edilmektedir. O halde benim bu kısa yazımı okuyanlara bir teklifim var: Gelin, bu Mi’rac yıldönümü nedeniyle birlikte bir fikir jimlastiği yapalım ve Peygamberimiz (S.A.V.)’in kendi ifadeleriyle insanlığa sunduğu Mi’rac Hadisinin (**) mealindeki ifadelerden dikkatimizi çekenleri ve bu günkü bilim ve teknolojik gelişmelerle çağrışım yapanları seçerek bunlar üzerinde düşünelim, sorguluyalım ve birlikte yorumlayıp anlamaya çalışalım… Ne dersiniz?…

        

 

 

MİRAC HADİS-İ ŞERİF’İNİ YORUMLAMAYA ÇALIŞMA

Şimdi, zamanımızda uzaya çıkacak astronotların ön hazırlıklarını düşünelim: Bu görevlilerin, uzaya hareket saatinden önce aylarca eğitim yapmaları, uzay boşluğuna benzer yer çekimsiz ortamlarda deneyler yaparak uzay ortamındaki zorluklara alışmaları ve belki de bedenlerinde bazı operasyonlar yapılması ve de uzaydaki şartlara uygun giysiler giymeleri gerekmiyor mu? Peki, Peygamberimiz (S.A.V)’e de ötelerin ötesine yapacağı olağanüstü böyle bir yolculuk için (Hadiste Cebrail (A.S) tarafından yapıldığı anlatılan) hem maddi ve hem de manevi bir operasyon yapılmış, belki de bazı organları ve de kanı değiştirilerek yerine bu yolculuğa uygun kimyasal özellikli bir sıvı doldurulmuş olamaz mı?

Ya da  Peygamberimiz (SAV)’in, Mi’rac olayının vuku bulduğu o anlarda bulunduğu yerinden hiç ayrılmadan, etten, kemikten vs.oluşan maddi bedeniyle değil de; bizim bilim seviyemizin çok üstündeki bir teknikle (Cebrail A.S’ın, sahabi Dıhye el-Kelbî (ra)’nin sûretinde, gerçeğinden ayırdedilemeyecek görünümdeki hologram bir insan biçiminde sahabelerin yanında Peygamberimizle görüşmesi olayında olduğu gibi) tüm bedeniyle paralel çalışan, normal bedenindeki -beyin fonksiyonları dahil- tüm duyu organlarını kullanabildiği, ışık hızının yüzlerce katı hızlardan etkilenmeyen, belki de yoğunlaşmış elektromanyetik dalgalardan oluşan, paralel bir insan formatında bir hologramı, bir kısayolu çıkarılarak bu yolculuğu o hologram ya da kısayol bedenle yapmış olamaz mı? (Bk.1)

 

Öyle bir ‘Binit’ ki (Burak); tarife göre tek kişilik. Rengi beyaz veya şeffaf, ama öyle hızlı ki!.. O zamanki bedevi yapılı arapların, kolay anlayabileceği bir dille “…ayağını, gözünün gördüğü en son noktaya basıyordu” (veya “Her adımı gözünün gördüğü yere eriyordu”) biçimindeki kolay bir anlatımla, yani her adımını attığında ufukta olacak biçimde olağanüstü hız yapan bir binek hayvanına benzetilen bir “Binit”ten bahsedilmekte…

 

Mescid-i Haram (Mekke) ile Mescid-i Aksa (Kudüs) arası uzaklık kuş uçuşu 1232 km olduğuna göre; bir binek aracının bu  kadar uzak bir mesafeye hadiste tanımlandığı gibi “bir anda” ulaşabilmesi için hızının; bu “bir an”ı 1 dakika kabul etmiş olsak 73920 km/saat kadar,10 dakika kabul etmiş olsak 7392 km/saat kadar çok yüksek seviyede bir hızda olması  gerekmektedir. Bunu km/sn cinsinden hesaplayacak olursak; bu “bir an”ı 1 dakika kabulünde 20,5 km/sn ve 10 dakika kabulünde ise 2,05 km/sn bir hızdan bahsetmiş oluruz. Amerikalıların 1969 yılında aya gönderdiklerini iddia ettikleri Apollo aracının hızının ise saniyede 11 km/sn olduğunu düşünürsek ne müthiş bir hız değil mi? (Bk.2a)

 

Ancak Peygamberimiz (S.A.V)’in bu kutsal yolculuğunun dönüşünde, bu mucizevi olayı (ki aralarında inanmayacakları kesin, fakat bunu bahane edip müslümanlara fitne sokacak münafık ve müşrik arapların bulunduğu) Mekkedeki arap toplumuna anlatması gerekeceğini düşünerek bunları isbat sadedinde Mekke ile Kudüs arası bölümde bazı gözlem ve eylemler yaptığı anlaşılmaktadır.

 

Nitekim Mekke ile Kudüs arası kısa yolculuğu sırasında Burak’ı bazı yerlerde durdurup üzerinden indiğini ve bunlardan birinde; kaybettikleri deveyi aramak amacıyla deve konak yerinden ayrılmış olanların kervanlarının yanında durdurduğu ve yüklerindeki su kabındaki suyu içip kabı boşalttığı, ikinci olayda ise başka bir kervandaki develerden birinin kendisini görünce ürkerek üzerindeki sahibinin kolunun kırılmasına sebep olduğu, üçüncü olayda ise Mekke’ye gelmek üzere olan üçüncü bir kervanın önünde gri bir devenin olduğunu gördüğünü bu devenin kervanla birlikte güneş doğarken (kendisine soru sorulan yere) varacağını anlattıktan sonra bunun doğruluğunu test için tepeye çıkıp kervanın gelişini gözlemleyen kişilerin güneş doğarken bu olayın gerçekleştiğini bağırarak ilan ettiklerini anlatan bir hadis te çok dikkat çekicidir.

Bak => https://sorularlaislamiyet.com/resullah-efendimizin-mirac-gecesi-bir-kervandaki-su-kabini-acarak-su-ictigi-dogru-mudur (2b)

 

“Isra” yani Mekke’den Kudüs’e, (Beytu’l-Makdis’e) gitmesini isbat sadedinde şöyle bir olay vuku bulmuştu:   “Resûlullah olayın ertesi günü Harem’de otururken Ebu Cehil gelip alaylı bir eda ile “Gökten yeni bir haber var mı?” diye kendisine laf atmıştı. Resûlullah da: “Evet var! Ben dün gece Kudüs’e Beytu’l-Makdis’e götürülüp getirildim!” deyince Ebu Cehil mal bulmuş mağribi gibi heyecanla herkese seslenerek: “Ka’b İbn Lüeyoğulları! Koşun gelin bakın, Muhammed dün gece Beytu’l-Makdis’e gidip geldiğini söylüyor! Bir gecede gidip gelmiş şimdi de aramızda oturuyor!” demişti. Mekkelilere yolculuğunu anlattığında Kureyş kabilesi mensupları O’nu yalanlayıp böyle bir yolculuğun bir gecede olamayacağını düşünerek alay ettiler. Kimisi de hayretini ifade etmek için alkış tutup elini başına koymuştu. Sonra Kudüs’e gidip gelenlerden bazısı da Kudüs hakkında sorular sorup onun yanıtlamasını istemişlerdi. Allah da ona, hemen Kudüs’te eseri var olan Mescid-i Aksâ’yı ve bütün şehri gözünün önüne getirip göstermiş ve müşriklerin sorularına çok rahat bir şekilde cevap verebilmişti.29 Neticede Hz. Peygamber (s.a.v.)’in şehir hakkında verdiği bilgilerin doğru olmasından ötürü seslerini çıkaramamışlardı.”

 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/358587 (2c)

 

Diğer taraftan Mescid-i Aksa’da Cebrail (AS)’ın sunduğu süt ve şaraptan sütü tercih etmesi herhalde Peygamberimiz (S.A.V)’in manevi bir imtihanı için olabilir (Allah’u âlem). (Bk.3)

 

Şimdi hayal gücümüzü biraz daha zorlayarak düşünelim: “..gökyüzüne uzatılan bir mi’rac” tarifi ile sanki dünyadaki yüksek gökdelenlerde kullanılan asansörlerin çok çok gelişmiş bir biçimi ve/veya dikine uzatılan şeffaf ve özel bir ışınlama hortumu-koridoru ve bu hortum içinde ışık hızından binlerce kat hızla yukarı çekilen çok gelişmiş bir uzay aracı anlatılmış olamaz mı? Ayrıca “Birinci, İkinci…semâ”lar olarak tanımı yapılan uzay konumları sanki ‘boyut’ tanımıyla örtüşmekte…Bilindiği üzere bizler -zaman  dahil-  dört boyutu  ismen  bilmemize  ve de içinde  yaşamamıza  rağmen özellikle zaman boyutu konusunda henüz bilmsel ve teknolojik anlamda elle tutulur bir ilerleme kaydedebilmiş değiliz. Halbuki mi’rac olayında, herbiri bir başka boyut anlamında yedi kat semâdan ve daha da öte menzillerden (Bunlar ‘Kürsü’ ve ‘Arş’ olabilir Allah’u âlem) bahsedilmektedir. (Bk.4)

 

Bizler, 14 asır öncesine göre kıyaslanırsa çok gelişmiş bu teknolojik seviyemizle henüz zaman boyutunu ve/veya ışık hızını dahi aşabilecek (Mesela bilim-kurgu filimlerinde olduğu gibi, uzay aracımızla hız atlaması yapıp ışığı bize 50 yılda ulaşabilen Kutup Yıldızında bir anda olabilme gibi) bir bilimsel düzeye erişememişken; kısa bir dünya zaman diliminde (ki Peygamberimiz (S.A.V)’in mi’rac dönüşü, mi’rac’a çıkmadan önce yattığı yerin sıcaklığını muhafaza ettiği tefsirlerde ifade edilmektedir) bu kadar uzak bir menzile gidip gelmesi mucize değil de nedir?

 

Hatta Kur’an-ı Kerim’de “.. Melekler ve Ruh, sizin hesabınıza göre miktarı ellibin yıl süren bir gün içinde ona çıkar”. [Mearic-4] olarak ifade edilen ve milyarlarca galaksinin (ki bilim adamlarınca görülebilir evrende 300-400 milyar civarında büyük boyutlu galaksi, 7-8 trilyon civarında da küçük boyutlu cüce galaksinin yer aldığı ifade ediliyor) yer aldığı uzay sonsuzluğunda ancak ışık hızından yüzlerce kat fazla hız yapabilen manevi yapıdaki uzay araçlarıyla ulaşılabilecek (ki bu uzay araçlarının da melekler gibi madde olabilmeleri kesinlikle mümkün değildir) galaksiler ötesi bir mucizevi yolculuğu anlayabilmemiz için yeterli bilim seviyesinde olmadığımız açıktır.

 

Diğer taraftan, her kat semânın bir (Boyut Geçidi) giriş kapısının olması da her boyut (“Kat”) değişiminde ayrı bir zaman ve mekan boyutuna geçilmesi kavramını akla getirmekte, her kat semânın (boyutun) güvenliğinden ve de düzeninden sorumlu “Bekçi Melek” lerin de o boyut girişlerinde görevli oldukları anlaşılmaktadır.

 

Ayrıca Hadis-i Şerif’te; her kat semâda daha önce dünyada yaşamış ve ölmüş insanların (Muhtelif peygamberler ve ümmetleri) ahiret öncesi ve ahiret sonrası hayatları, bunlardan zalimlerin, dünyada muhtelif günahları işleyen vede haram yiyenlerin durumları muhtelif benzetmeler yapılarak anlatılmakta; gelecekteki cennetlerde mükafat gören ve cehennemlerde ceza gören insanların halleri gözler önüne serilerek (sonsuz zaman kavramına göre bize çok yakın, fakat gaflete dalmış halimize göre ise bize çok uzak gelen) gelecekteki akibetimizden haberler verilmektedir.

 

“Mi’rac” mucizesinde dikkatimizi çeken diğer bazı ilginç tesbitlerimiz de şunlardır:

  1.   a) Her kat semâda görevli bekçi melekler tarafından gelen yolcuların kim oldukları ve Allah (C.C)’dan izinli olup olmadıkları sorulmakta ve Cibril ve Peygamberimiz (S.A.V)’in ismi verildikten sonra bu beyan yeterli bulunmakta ve selamlanarak hemen o semânın (Boyutun) kapısı açılmaktadır. Ayrıca Peygamberimiz (S.A.V)’in karşılaştığı ve kimliklerini Cebrâil (A.S.)’dan öğrendiği her peygamberin ruhaniyeti, kendisine selam verildikten sonra sanki Peygamberimiz (S.A.V)’i önceden tanıyormuş ve sanki O’nun geldiğinden önceden haberdarmış gibi konuşmalar yapmaktadır.

 

  1.    b) Hadis-i Şerif’in tefsirini yapanlardan öğrendiğimize göre; Peygamberimiz  (S.A.V)’in bizzat yaptığı Mi’rac yolculuğunda muhtelif yüksek hız ve özelliklerde beş tip binek aracının kullanıldığı anlaşılmaktadır.Bu araçlarla yolculuk sırasıyla: 1-BURAK (Binit – Şeffaf Uçan Daire), 2-Mİ’RAC (Gök Asansörü ya da Solucan Deliği), her kat semânın 3-GÖREVLİ MELEKLERİNİN KANATLARI (Kanat adedi arttıkça hızı artan manevi uzay gemileri),                       4-CEBRÂİL (A.S.) (Manevi Uzay Gemili Büyük Melek) ve 5-REFREF (Binit – Manevi Komutan Uzay Gemisi)  olarak belirtilmektedir.

 

  1. c) Hadis-i Şerif’te “yetmişbin”, “yüzbin” olarak verilen sayılar net rakamlar olmayıp, o zamanki Arap toplumunda büyük bir çokluğu ifade etmek için kullanılan rakamlardır.

 

  1. d) Semâ katlarında ve en son Sidre-i Müntehâ’ daki Cebrâil (A.S)’ın (veya sema katlarındaki meleklerin) görüntüsü, niteliği (Hüviyeti) o boyutun özelliğine uygun olarak değişmekte; bazen kendisine refakat eden bir melek görünümünde ve bazen de “Emrinde yetmiş bin melek” olan, çok kanatlı, kumandan bir melek olarak gözükmektedir. Nitekim Mi’rac’daki en son menzil olan Sidre-i Müntehâ’ da kendisine “iki yay ucu aralığı kadar” (kābe kavseyn) yaklaştığı vahiy meleği Cebrâil (A.S)’ı o boyutu kapsayan gerçek hüviyeti ile müşahade etmiştir.

 

Bizim acizane yorumumuz böyle..Tabii ki doğrusunu Allah bilir.

                                                                                                                                                    (Nisan-1990)

                                                                                                                                                    Melih ŞEKER

 

———————————————————————————————————————-

Mİ’RAC HADİS-İ ŞERİF’İNİN MEALİ İSE ŞÖYLE:  (**)

 

“Bir kere ben Hatim’de (Kabe’nin bir bölümünde) uyku ile uyanıklık arası bulunuyordum. Cebrâil (a.s.) gelerek beni aldı ve göksümü yardı, kalbimi çıkardı. İçerisinde zemzem dolu altın bir tas ile kalbimi yıkadı. (1) Kalbimi iman ve hikmetle doldurdu.

Katırdan küçük, merkepten büyük beyaz bir biniti çekti ve yularını tutarak bana:

– Bin, dedi. Hemen ‘BURAK’ denilen bu binite bindim.Cebrâil’in refakatinde hareket ettik. Burak o kadar  hızlı gidiyordu ki, ayağını, gözünün gördüğü en son noktaya basıyordu. Bir anda Kudüs’e vardık.(2a) Cebrâil, Burak’ı, gelip geçen bütün peygamberlerin bağladığı Mescid-i Aksa’nın kapısındaki halkaya bağladı. Mescid-i Aksa’da orada meftun bulunan peygamberlerin ruhlarına imam olarak namaz kıldım.

Cebrâil bana süt ve şarap dolu iki kab getirdi.Bunlardan birisini seçmemi istedi. Ben sütü seçtim.(3) Cebrâil (A.S.):

– Sana müjdeler olsun fıtratını seçtin dedi…

Bu anda gökyüzünde bir Mİ’RAC’ (merdiven-i manevi) uzatıldı ki dil ile tarifi imkansızdır. Cibril ile binerek yükseldik.(4) 

         BİRİNCİ KAT SEMÂ’nın kapısına  geldiğimizde, Cibril kapıyı çaldı:

– Kim o? denildi.Cibril:

– Cibril’im, dedi.

– Yanındaki kimdir? diye soruldu.Cibril:

– Muhammed, diye cevap verdi.

– Ya! Göğe çıkmak için ona izin verildi mi? Cibril:

– Evet verildi, diye cevap verdi. Bekçi melek tarafından:

– Merhaba gelen zâta. Bu gelen yolcu ne güzel yolcu, diyerek kapıyı açtı.

Birinci semâya girdiğimde gördüm ki, bir kumandan melek ileyim. Emrinde yetmiş bin melek ve her birinin emrinde yüz bin melek var. Bunlar semâyı muhafaza ediyorlar. Burada  gezerken  heybetli  bir  kimse gördüm. Sağında ve  solunda karartılar vardı. Sağına bakıp gülüyor, soluna bakıp ağlıyordu.Cebrail’e:

– Bu kimdir? diye  sordum.

– Atan Âdem (A.S.)’dir, ona selam ver, dedi. Selam verdim. Hz.Âdem (A.S.):

– Merhaba hayırlı ve iyi oğlum, sâlih peygamber, diye mukabele etti.

Sonra bir kavim gördüm. Dudakları deve dudağı gibi.Tayin edilen memur melekler, bunların dudaklarından sırım diliyorlar. Ağızlarına ateşten taşlar koyuyorlar, dübürlerinden çıkıyor.Cebrâil’e sordum:

– Bunlar kimlerdir?

– Yetim malını haksızlıkla yiyenlerdir, dedi.

Diğer bir kavmin derilerinden sırımlar dilinip ağızlarına tıkılıyordu. Sordum:

 

– Ey kardeşim Cebrâil, bunlar kimlerdir? Cebrâil:

– Dedikodu yaparak, koğuculuk ederek, insanlar arasında söz getirip götürerek onların arasını açanlar, birbirine düşman edenlerdir, dedi.

Başka bir kavim; önlerine güzel bir sofra kurulmuş, üzerinde benim gördüğüm en güzel yemekler, kebaplar var. Etrafında cifeler. Onlar o güzel kebapları, yemekleri bırakıp cifeleri yiyorlar.

– Bunlar kimlerdir ey Cebrâil? dedim.

– Kendi helâl eşlerini bırakıp harama koşan zinâkârlardır, dedi.

Baktım ki, Fir’avn ve arkadaşlarının yolu üzerinde karınları evler gibi şiş insanlar. Sabah ve akşam Fir’avn ve arkadaşları bunları çiğneyerek geçiyorlar.

– Yâ Cebrâil, bunlar kimlerdir? dedim.

– Faiz yiyenlerdir, dedi.

Sonra, kimisi memelerinden, kimisi ayaklarından başaşağı asılmış kadınlar gördüm. Cebrâil (A.S.)’e sordum:

– Bunlar kimlerdir?

– Bunlar zinâ eden ve çocuklarını öldüren kadınlardır, cevabını verdi.

Sonra ‘MELEK KANADI’ ve CİBRİL’ ile beraber İKİNCİ KAT SEMA’ya yükseldik. Kapıda bir evvelki konuşmalar tekrarlandıktan sonra kapı açıldı. Birbirine benzeyen, renkleri kırmızı ile beyaz arası, salıverilmiş düz saçlı iki kimse ile karşılaştım.

– Bunlar kimlerdir? diye Cibril’e sordum.

– İki teyzezâde, Yahyâ ve İsâ’dır.Onlara selâm  ver, dedi. Selam verdim.

– Merhaba hayırlı kardeş, sâlih peygamber, diyerek karşılık verdiler.

Aynı minval üzere ÜÇÜNCÜ KAT SEMA’ya vardığımızda yüzü ayın ondördü gibi berrak bir kimsenin etrafında toplanmış bir cemâatle karşılaştım.

– Bunlar kimlerdir? diye sorduğumda, Cebrâil:

– Yûsuf ve ümmetidir, onlara selâm ver, dedi. Selâmıma:

– Merhaba ey sâlih peygamber, hayırlı kardeş, diyerek Yûsuf Peygamber mukabele etti.

DÖRDÜNCÜ KAT SEMÂ’da ilk karşılaştığım zâtın İdris olduğunu öğrendim.Ona selâm  verdim. Selâmıma diğerleri gibi karşılık verdi.

BEŞİNCİ KAT SEMÂ’da  sakalı göbeğine değecek kadar uzun bir kimsenin etrafında toplanmış  bir  cemâatla  karşılaştım. Bunların Hz. Hârun ve ümmeti  olduğunu  öğrendim.

Selâmıma Hârun Peygamber diğerleri gibi cevap verdi.

ALTINCI  KAT  SEMÂ’da  esmer yüzlü, uzun boylu, topluca vücutlu, iki kat elbisesi olsa dışarı çıkacak derecede kıllı Şenûe kabîlesi erkeklerine benzeyen bir zâta rastladım. Mûsâ Peygamber olduğunu öğrendiğim bu zâta selâm  verdim. Selâmıma mukabele etti. Kendisinin yanından geçerken ağlamaya başladı. O anda bir ses:

– Ne ağlıyorsun, ey Mûsâ ? diye seslendi.

– Halk beni, Allah (C.C.)’ın en mükerrem kulu zanneder.Halbuki benden sonra bir genç peygambere bîat olundu ki; onun ümmetinden cennete girenler, benim ümmetimden girenlerden çoktur da ona ağlıyorum, dedi.

        YEDİNCİ KAT SEMÂ’da  arkasını bir binaya dayamış ak sakallı ve bana benzeyen  bir zât gördüm. Cebrâil:

– Atan İbrahim’dir, selâm ver, dedi. Selâmıma: (***)

 

– Merhaba sâlih peygamber, ey sâlih evlâd, diye mukabelede bulundu. Binanın, meleklerin kıblesi Beytu’l-Ma’mûr olduğunu öğrendim. Buraya hergün yetmiş bin melek girip tavaf ediyordu. Bir giren meleğe bir daha sıra gelmiyordu.İçerisine girdim. Namaz kıldım.Bana bir makam gösterilerek:

– İşte senin ve ümmetinin makamı, denildi. Gelecekteki Cennetleri temâşa ettim. Sonra gelecekteki Cehennemlere uğradım. Orada azap görenlerin çoğunun kadınlar olduğunu gördüm. Dibinden ikisi zâhir, ikisi bâtın dört nehir çıkan, tarife sığmayan büyüklükte bir ağaç gösterildi. Ağacın yaprakları fil kulağı gibi, yemişleri büyük testiler gibi idi. Cebrâil açıklama yaptı:

Ebu Said-i Hudrî’nin rivayetine göre, Peygamber Efendimiz şöyle devam ettiler:

– Bu ağaç gibi görünen şey, SİDRE-İ MÜNTEHÂ’ dır. (4) Buradan öteye hiçbir  mahlûk geçemez. Benim yükselebildiğim son noktadır Ben buradan bir karış ileriye geçersem yanarım. Benim buradan ileriye geçmeye takatim yoktur.’ dedi.

İnsanlığın İftihar Tablosu, lâhut âleminin bu en yüksek yerinde ‘REFREF’ denilen bir vasıtayla Allah’ın dilediği yere gelir. Bir rivayette, Peygamberimiz (S.A.V) şöyle buyururlar:

– Bu nehirlerden zâhir olanlar Fırat ile Nil’dir. Bâtın olanlardan birisi Rahmet, diğeri de senin ümmetin için yaratılmış olan Kevser nehridir. Ben, rahmet nehrinde yıkanarak, geçmiş ve gelecek günahlarımdan mânen temizlendim. Kevser nehrine doğru yol almaya başladım. Orada gözün görmediği, kulağın işitmediği, beşerin hayal ve hatırına gelemeyecek şeyler gördüm. Bu anda kudret kalemlerinin cızırtılarını işitiyordum. Bu anda Sidre’yi bürüyen bürüyordu. Bana ne oldu ise oldu.

Sidre’den sonra öyle bir yere yükseldim ki, kaza ve kaderi yazan kalemlerin çıkardıkları sesleri duydum. ARŞ’ın altına geldiğimde, ARŞ’ın üstüne baktım; ne zaman var, ne mekân, ne de cihet. Rabbimin şu lâhutî sesini işittim:

– Yaklaş ey Muhammed!

Ben de Kâbe Kavseyn miktarı yaklaştım. Rabbimin ilhamı ile şunları okudum:

– Ettahiyyatü lillahi, vessalavatü, vettayyibatü’ (En güzel tahiyye Allah’a mahsustur. Bedenî ve malî ibadetler de O’na lâyık ve mahsustur.)

Bunun üzerine Allah (C.C.) şu mukabelede bulundu:

– Es-selâmü aleyke eyyühen-nebiyyü ve rahmetullali ve berekâtühü. (Ey nebî, selâm sana olsun. Allah’ın rahmeti ve bereketi de sana olsun.). Ben tekrar:

–  Esselâmü aleynâ ve ala ibadillahissalihine, dedim.Melek ise:

–  Eşhedüenlâ ilahe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühu ve rasulühu. (Selâm bizim ve Allah’ın salih kullarının üzerine olsun. Ben şehadet ederim ki, Allah birdir. ondan başka ilâh yoktur. Yine şehadet ederim ki, Muhammed, Allah’ın kulu ve elçisidir.) dedi.

Bana burada üç şey verilmişti:

1- Elli vakit namaz farz kılındı.

2- El-Bakara Sûresinin son iki ayeti.

3- Ümmetimden Allah (C.C.)’a şirk koşmayanların affı.

Derken, kendimi tekrar Sidre-i Müntehâ’ da buldum. Orada Cibril’i asıl yaratılışı ile altıyüz kanatlı olarak gördüm. Gidiş yolundan dönüş yaptım. Altıncı  kat  semâda Mûsâ ile aramızda şu konuşma oldu:

– Allah (C.C.) ümmetine ne farz etti, ne hediye götürüyorsun?

– Elli vakit namaz.

– Ben İsrâil oğullarını çok tecrübe ettim, senin ümmetin buna katlanamaz. Cenâb-ı Hak’tan azaltılmasını iste.

Ben Rabbıma dönerek niyazda bulundum.On vaktinin indirildiğini bildirdi. Mûsâ’ya geldiğimde, beni tekrar çevirdi.Tekrar yalvardım. Nihayet beş vakte indirilinceye kadar yalvarmaya devam ettim. Mûsâ bana:

– Tekrar azaltılmasını talep et, ümmetin beş vakti de tam olarak edâ edemezler, dedi.

– Artık Rabbımdan hayâ ediyorum, çok müracaat ettim, dedim. Bu anda bir nidâ:

– Beş vakit namaz elli vaktin yerine geçer. Kim beş vakti tam olarak vaktinde kılarsa elli vaktin sevâbını alır.Kim bir iyiliğe niyet eder de onu yapamazsa ona bir hasene verilir. Kim de niyet ettiği iyiliği yaparsa on hasene verilir. Kim bir kötülüğe niyet eder de onu yapmazsa o affedilir. Kim de niyet ettiği kötülüğü yaparsa bir misli günah yazılır. Benim katımda hüküm değiştirilmez, diyordu.

Evime gelip sabah olduğunda yolculuğumu mü’min-kâfir herkese haber verdim.İman edenlerden bâzıları irtidat ettiler (Dinden döndüler).Çoğu mü’minlerin îmanı daha çok kuvvet kazandı. Kâfirler şaşkına döndüler.Ne şekilde hareket edeceklerini bilemediler.Bunlardan bir kısmı Ebûbekir’e koşmuşlar:

– Senin arkadaşın neler söylüyor, göklere çıktığını iddia ediyor, ne dersin? Demişler. O:

– Eğer bunu o haber vermişse doğrudur.Ben hergün ona bir meleğin gelerek haber getirdiğine de inanıyorum, buna niye inanmayayım? Deyince kâfirler:

– Demek onu hâlâ tasdik ediyor musun? Diye mukabele edince:

Evet, onu her zamanki gibi belki daha fazla tasdik ediyorum, cevabını verince kendisine “Sıddîk” lâkâbını verdim.”

(*) (Buhari, Salât, 8; Bed’ü’l-halk, 6; Mi’râc, 42; Tevhid, 37; Menakıb, 41; Müslim, İman, 75; Şevkânî, 5/123/124; Taberî, 15/5)

(**)  Kaynak: İsmail Coşar ’Kadir Gecesi ve Kandillerimiz’+Ebu Said-i Hudrî.

 

(***) İbnu Abbas (radıyallâhu anhümâ)’a nisbetinin sahih olduğu bilhassa tasrih edilen bir (Hadis-i Şerifte) şöyle buyrulduğu ifade edilen:

(****)  Mi’rac olayıyla ilgili diğer bir kaynak: https://islamansiklopedisi.org.tr/mirac

 

GÖKLERDEKİ YEDİ BOYUTU TASVİR EDEN BİR HADİS-İ ŞERİF

 

Peygamberimizin (SAV): “Yedi arz vardır. Her arzda sizin peygamberiniz gibi bir peygamber, Âdeminiz gibi bir Âdem, Nuhunuz gibi bir Nuh, İbrahiminiz gibi bir İbrahim, İsâ gibi bir İsa vardır.”…..mealinde bir hadis var mıdır? Varsa bunu nasıl anlamalıyız? şeklindeki soruda işaret edilen hadisin kaynağı doğrudur. Hadisi, İbn Cerir, Beyhakî, İbn Ebi Hatim ve Hakim rivayet etmiştir.(bk. Alusî, 28/142-143).

 

Hakim bu hadisin sahih olduğunu söylemiş ve Zehebî de onu tasdik etmiştir.(bk. Hakim, Müstedrek-Zehebi’nin Telhis’i ile birlikte- 2/493). Ancak Alusî’ye göre, Zehebî bu hadisin senedini sahih, fakat kendisini şaz (zayıf hadisin bir çeşidi) olarak değerlendirmiştir. (Alusî, a.g.e). Ebu Hayyan ise -herhalde aklı kabul etmediğinden- bu hadisin uydurma olduğunu söylemiştir. (bk. Ebu Hayyan, el-Bahr, Talak Suresinin 12. ayetinin tefsiri).

 

Gerek Kur’an-ı Kerim, gerekse hadisi şerifler ve gerekse bugünkü ilmin ulaştığı seviye içinde, insanın yaşadığı başka bir dünyanın ya da dünyaların varlığından söz etmemektedir. Kur’an-ı Kerim Sema’nın (Evrenin) yedi kat olduğunu ifade etmektedir. Peygamberimiz (SAV) de Miraç hadisesinde bu katlarda bulunan peygamberlerin ruhaniyetlerini ziyaret etmiştir.

 

Kur’an’da geçen “Rabbul âlemin” tabirinde, âlimlerimiz 18.000 âlem demişler. Bu rakam kesretten kinayedir. Yani Arap edebiyatında 7, 70, 700, 7.000, 70.000 veya 18.000, 28.000 gibi sayısal ifadeler, çokluğu ifade etmek içindir.Kimine göre her bir insan her bir hayvan her bir bitki veya her bir melek her bir cin 18 000 alemden bir âlemdir. Hatta her bir hücre, başka hücrelere benzememesi dolayısıyla bir âlemdir.

 

Ama İslam Alimlerinden Vehb b. Münebbih de der ki:

“Aziz ve Celil olan Allah’ın onsekizbin tane âlemi vardır ve dünya da bu âlemlerden bir tanesidir.”

Ancak, “Allah âlemlerin Rabbidir” veya “Ey Habibim! Seni âlemlere rahmet olasın diye gönderdik” gibi Kur’anî ifadeler, tamamıyla tüm kâinatı ve içindeki her bir hayat sahibini, hatta cansızları da içerisine almaktadır…

 

Buna göre eğer yukarıda  verilen  rivayeti  doğru  kabul  edersek,  bunu  diğer şuurlu varlıkların  ruhaniyetinin de var olabileceği şeklinde anlamak mümkündür. Çünkü cinler, melaikeler ve sair ruhaniyetin varlığı dinen de kabul edilmektedir. Hayat derken de sadece insan hayatı şeklinde düşünmemek gerekir. Yaşam manasında bu ifadeyi değerlendirirsek daha doğru olur kanaatindeyiz.

 

Ayrıca kâinatta insan hayatının devam etmesine uygun olarak yaratılmış başka dünyaların varlığını anlamak da mümkündür.Bu rivayet, bu dünyada olan işlerin kâinatın diğer âlemlerinde yansıdığını anlatmak için de söylenmiş olabilir.

 

Diğer taraftan ‘YEDİ KAT GÖK’, ‘KÜRSÎ’ VE ‘ARŞın büyüklüğü vede birbirine nisbeti konusunda şu Hadis-İ Şerif te çok dikkat çekicidir:

 

YEDİ KAT GÖK, KÜRSÎ VE ARŞ’IN BÜYÜKLÜĞÜ KONUSUNDA BİR HADİS-İ ŞERİF

 

“Yâ Eba Zer! Yedi kat göğün Kürsî’ye olan nispeti, ancak geniş düzlük bir arazide (bir çölde) bırakılmış bir halka gibidir. Arşın Kürsî’ye büyüklüğü /üstünlüğü ise bu geniş düzlük arazinin halkaya olan büyüklüğü, üstünlüğü gibidir.”

(Bk. Taberî, Kurtubî, İbn Kesir, Ayete’l-Kürsî tefsiri; Beyhaki, Esma ve’s-Sıfat, h. no:861,862; Kenzu’l-Ummal, h. no:44158)

 

NOT: Kürsî için, “arşın altında, yedi kat semanın üstünde” şeklinde bir tarif getiriliyor.

“Onun kürsisi, bütün gökleri ve yeri kuşatmıştır.” (Bakara, 2/255)

Arş, İslâm’a göre, bütün âlemi kuşatan, sınırlandırılması ve takdir edilmesi beşer aklının dışında kalan ve gerçeğini Allah’ın bildiği yüce bir makamdır. Yedi kat gök, Cennet, Sidre, Kürsî Arş’ın altında tasavvur edilir.

 

SONUÇ OLARAK:

Peygamberimiz (SAV), Mir’ac’a çıkışını anlattığı sahih hadis’inde malum; Burak, Mi’rac, Her kat semânın görevli Meleklerinin Kanatları, Cebrâil (A.S.) ve RefRef olmak üzere 5 çeşit vasıtaya bindiğinden ve Hz. Cebrail’in refakatinde 7 kat sema’dan geçerek (Kürsü ve Arş boyutlarından sonraki) kader kalemlerinin faaliyet alanı olan Sidre-i Münteha’ya ulaştığından bahseder.

 

Hadis-i Şerif’in devamından öğrendiğimiz kadarıyla Peygamberimiz (SAV), bu yolculuğunda; Sidre-i Müntehâ’dan sonra Hz. Cebrail’in dahi gidemediği ve dolayısıyla yaratılmış hiçbir varlığın ulaşamadığı son noktaya vararak (Dünyada gelmiş-geçmiş hiçbir insana nasip olmayan) Allah’u Teâlâ (CC) ile bizzat görüşmüş vede konuşmuştur.

 

Gerek Mi’rac Hadis-i Şerif’indeki “7 kat sema“ dan ve gerekse bu hadis-i şerif’teki  “7 kat arz“ dan kastın; ışık hızı (zaman boyutu) ve onun katlarındaki bir hızla ulaşılabilecek düşünce ve diğer üst kademe boyutlar vede [Karşılıklı iki ayna arasında bulunan bir cismin arka arkaya görüntüleri gibi] bu boyutlardaki insanların ruhaniyetlerinin gelecekteki temessülleri oldukları (Allah’u Âlem) tahmin edilmektedir..

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

>