Haberde Bursa

Cemal Kırgız yazdı “KEMAL KILIÇDAROĞLU’NU DİNLERKEN…”

15.11.2022
9.883
Cemal Kırgız yazdı “KEMAL KILIÇDAROĞLU’NU DİNLERKEN…”

Köşe yazarımız Cemal Kırgız yazsında; “En sevdiğim yazarların başında gelen Nihat Genç’in, “Saraya Kılınan Namazlar” isimli kitabını okuyorum. “Sapıklığı Din Yapan Kimler?” başlıklı bölümde, “Sadi, Camii, Hafız, Mevlana, Şems, Yunus Emre… Onlarcasının kitapları elimizdedir; her biri dünya çapında ahlak abidesi mısralardır, aradan geçen on asra rağmen aşılamamış eşsiz eserlerdir. Dinimiz bir zamanlar din adamı, ilim adamı, şair ve edebiyatçılarıyla çok yüksek kültürlü insanların elindeydi. Bugün ise dinimiz neden bu toplumun en cahil insanlarının elinde oyuncak oldu? Bugün öyle bir kuşatıldık ki ‘din’ üzre, ‘ahlak’ üzre soru dahi soramıyoruz çünkü ‘din’i sahiplenmişler, din, babalarının mülkü haline gelmiş ve ne desek ‘kâfirlikle’ suçlanıyoruz. Kendi kurdukları Diyanet, devlet dışı (okullara, kurslara) medreselere ‘Allah’ın Okulu’ diyor ve fizik, kimya okutmuyor. Oysa fizik ve kimya ile Allah’ın yarattıklarının yapısını öğrenirsiniz, değil, Allah’ın bilgisi onlara ‘özel’ bir yerden rüyadan geliyormuş” diyor.

Tarih, Felsefe, Araştırma ve Edebiyat konusunda uzman, bir başka en sevdiğim yazarlardan birisi olan, Amin Maalouf’da, bir röportajında, dinle bilim bağlantısına dikkat çekerek, teknolojiyle birlikte gelinen noktaya vurgu yapıyor. Maalouf, “Tüm faniler ölümsüzlük hayal eder ve büyük dinler de bu ölümsüzlüğü iyilik yapanlara ahrette vaat eder. Felsefi açıdan bu soru tarihin başlangıcından beri soruluyor. Ancak önümüzdeki on yıllar ve yüzyıllar içinde ölümsüzlük meselesi tıbbi bir bakış açısıyla ele alınacak; Hücrelerin, dokuların ve organların yaşlanma sürecini tersine çevirebilirsek, insan ömrü süresiz olarak uzayabilir. Bugün bu hayalperestler, bilim insanları, şairler veya düşünürlerin konusu olabilir. Yarın torunlarımıza felsefi ve ahlaki başka sorular yöneltilecek ve bu onların kaderlerini idrak etme biçimlerini değiştirecek” diye konuşuyor…

Bizim İsmailağa tarikatımız da, sakal, sarık, şalvarı şart koşuyor ve “Dinimize göre giyinme böyle” diyor. Dinimize göre giyinme mi yoksa bu tarikatın özel üniforması mı? Bilindiği üzere Osmanlı her tarikata ayrı renk kıyafet giyilmesini zorunlu tutuyordu. Üstelik beyaz yakalıklı, siyah ilkokul üniformalarımızı dahi ‘tek tip’ olmakla suçlayan bunlar ve liberal dostlarıydı.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti Kurucusu Büyük Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün aramızdan ayrılışının 84 yıldönümünde ‘On’da Son Nokta’ programında konuğum, Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Bursa Şubesi Başkanvekili Emekli Öğretmen Sayın Yunus Temiz oldu.  Gerçek Atatürkçülüğün olmazsa olmaz değerlerini kalın çizgilerle belirleyen Emekli öğretmen Yunus Temiz, bu çizgilerin sınırsızlığını da Emperyalizme Karşı Çıkmak, Bilim, Sanat, Edebiyat, Çevre Bilinciyle betimledi. Eğitim Sisteminin geldiği noktaya da dikkat çeken Temiz, özetle, “Onu çok sevdik ama emanetine yeterince sahip çıkamadık. Devrimlerini ve ilkelerini koruyamadık. Ne eğitimde birlik ilkesi kaldı ne tam anlamıyla laiklik. Ne imtiyazsız, liyakate dayanan kadrolar. Kurduğu fabrikaları birer birer, tek tek kapattılar engel olamadık, Tarıma örnek olsun diye traktörle girip fidan diktiği, korunmasını vasiyet ettiği kendi adı verilen Atatürk Orman Çiftliğinin içine koskoca saray kondurdular, izinsiz, iskânsız, ben yaptım oldu zihniyetiyle” diyor… Eğitim, bilim, sanat, çevre dostu olmak, kadın haklarına saygılı bir devlet… İlkeler tartışmasız, net… Geldiğimiz noktada, Diyanet İşleri Başkanlığı, halife gibi, her yerde Milli Eğitim Bakanlığından büyük kadrosuyla, sayıları 100 bine yaklaşan caminin imamlarını milli eğitime de kanalize ediyor. Kurulan birçok dini vakıf aracılığıyla orta öğretim artık din dersleri halinde geçiyor. Bilimsiz, sanatsız, fensiz, edebiyatsız!

ADD Bursa Şube Başkanvekili Yunus Temiz bir sorum üzerine, “Bu eğitim sisteminde, Sinan Meydan, Yılmaz Özdil, Nihat Genç, İlber Ortaylı okutulsa ne olur, okutulmasa ne olur? O hep eleştirdiğimiz ezberci sistemi bile arar hale geldik” diye hayıflanıyor.

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu Podyum Davet’te takip eden gazeteciler arasındaydım. Türkiye’nin içinde bulunduğu badireyi, bilime dayalı, planlı, programlı stratejiler geliştirerek aşılacağını söyledi Kılıçdaroğlu. Cumhuriyet Halk Partisi Kemal Kılıçdaroğlu, dört ayaklı bir stratejiyi hayata geçiremezse Türkiye’nin asla bölgesinde ve dünyada sözü geçen bir ülke olamayacağının altını çizerek, “Nedir bunlar? Birincisi şu; demokrasi, yani can ve mal güvenliği. Bir iş insanın, dünyanın neresinde olursa olsun yatırım yaparken aradığı, can ve mal güvenliğidir, adalettir, demokrasidir. Bunlar var mı? Yok. Demokrasi dediğimiz, düşünce özgürlüğü demektir. Demokrasi dediğimiz, yargı bağımsızlığı demektir, güçler ayrılığı demektir. Demokrasi, düşünceyi ifade özgürlüğü, insanların düşüncelerinden ötürü suçlanmaması, medya özgürlüğü demektir. Bunların olduğu bir çerçeve, iş dünyasına güven verir” dedi.

Türkiye’nin yaşadığı pek çok sorunu ben de biliyorum, siz de biliyorsunuz. İş insanları olarak elini taşın altına koyan insanlarsınız. Ülkeyi büyütmek, istihdam yaratmak, güçlü bir Türkiye inşa etmek, kazanmak, kazandığını harcamak, devletine vergi vermek, adalet doygusunun güçlenmesini sağlamak ve bu beklenti içinde görev yapmak, çalışmak hepimizin beklentisi.

Var olan sorunlar malum. Her birimizin kafasında büyük soru işaretleri var. Türkiye bu badireyi nasıl aşar, nasıl aydınlığa çıkar? Her şeyden önce, eğer bir yol ve yöntem öneriyorsanız onun sağlıklı ve tutarlı bir stratejisinin olması lazım. Elinizde tutarlı bir strateji yoksa, bir strateji geliştirmemişseniz sorunu çözemezsiniz. Yani ‘akşam yatayım, sabah kalkayım, sorunu çözeyim’ değil. Planlı, programlı, öngörülebilir, sürdürülebilirliği olan bir stratejinizin olması lazım. Bu stratejiyi değeli iş insanlarına anlatmak isterim. Böyle bir stratejiniz var, bunu hayata geçirmek istiyorsanız sorunları çözebilirsiniz. Ama halk ile beraber, demokratik kurallar içinde. “Dört ayaklı bir stratejiyi hayata geçiremezse Türkiye, asla ve asla başarılı olamaz. Dört ayaklı bir stratejiyi, yani iç içe geçen halkaları bir arada tutamaz ve büyütemezse Türkiye, bölgesinde de dünyada da sözü geçen bir ülke olamaz. Nedir bunlar? Birincisi şu; demokrasi. Yani can ve mal güvenliği. Bir iş insanın, dünyanın neresinde olursa olsun yatırım yaparken aradığı, can ve mal güvenliğidir, adalettir, demokrasidir. Bunlar var mı? Yok. Gittim, ABD’ye ve İngiltere’ye de gittim. Almanya’ya da gideceğim. Hangi adımları atmalıyız diye bu arayış içinde gittim. Bunu daha sonra sizler ve halkımız ile detaylı paylaşacağız. Demokrasi dediğimiz, düşünce özgürlüğü demektir. Demokrasi dediğimiz, yargı bağımsızlığı demektir, güçler ayrılığı demektir. Demokrasi, düşünceyi ifade özgürlüğü, insanların düşüncelerinden ötürü suçlanmaması, medya özgürlüğü demektir. Bunların olduğu bir çerçeve, iş dünyasına güven verir. Dolayısıyla herhangi bir iş insanı, herhangi bir yerde haksızlığa uğradığında, adalet mekanizmasının hakkını teslim edeceği yolunda güçlü irade sergilediğini düşünecek. ‘Ben haksızlığa mı uğradım, o zaman mahkemeye başvurur, hakkımı ararım.’ Böyle bir adalet duygusunu hem içselleştirmek hem de doğrudan doğruya hayata geçirmemiz gerekiyor.”

   “İkinci bir adımımız daha var; üreten Türkiye. Soru şu; neyi üreteceğiz? Neyi üreteceğiz, ürettiğimiz şeyden ne kazanacağız? Beş TIR dolusu makine alışı yapabilirsiniz, satabilirsiniz, iyi de gelir elde edebilirsiniz. Emin olun, biri çanta ile gelip sizden daha fazla para kazanıyorsa oturup düşünmemiz gerekir. Bilgi ekonomisi dediğimiz bir kavram var. Bizim siyasetçilerin bilmediği, hiç akıllarına dahi gelmeyen bir kavram. Bilgiye dayalı ekonomi eğer olmazsa Türkiye, katma değeri yüksek ürün üretemez. Bilgiye dayalı ekonomi ne demektir? Üniversitelerinin bilgi ürettiği, sanayicinin de üretilen bilgiyi elle tutulur metaya dönüştürdüğü bir süreçtir. Sürdürülebilirliği olan bir süreçtir. Üniversite bilgi üretecek ki sanayici o bilgiyi elle tutulur metaya dönüştürsün. O zaman soru şu; üniversiteler bilgiyi nasıl üretir? Düşünce özgürlüğünün olmadığı bir yerde asla ve asla hiçbir üniversite bilgi üretemez. Aykırı düşüncelerin ne kadar değerli olduğunu herkesin bilmesi lazım. Özellikle politikacıların bilmesi lazım. Aykırı düşündü diye bir insanı hapse atarsanız, farklı düşündü diye insanları cezalandırırsanız, üniversiteden hocayı atarsanız, sizin attığınız hoca Almanya, İngiltere, Fransa’da iş bulabiliyor ve davet geliyorsa bir sorunumuz var demektir. Üniversiteleri vasatlaşıyorsa bir ülkenin, orada katma değeri yüksek ürün üretme şansınız yoktur. “Bizim üniversitelere bakalım. Hiçbir şeyi anlatmayıp, şu Boğaziçi Üniversitesi’ne bakın. Dünyanın en saygın üniversitelerinden birisiydi. O üniversitede profesörlük kariyeri alamayacak olan birisini üniversiteye rektör olarak atarsanız o üniversitedeki hocaların büyük bir kısmı, dünyanın en saygın üniversitelerinde davet alır ve oraya gider. MIT’ye gittim. Dünyanın bir numaralı üniversitesi, teknoloji açısından. Olağanüstü. İngiltere’de iki üniversiteye gittim. Harvard, Oxford’ta gittim. Bizim çok sayıda bilim insanımız ve pırıl pırıl gençlerimiz var. Hepsi, ‘Türkiye’ye demokrasi, özgürlük gelecek ve ben gelip kendi ülkemde çalışacağım ve kazanacağım’ diyor. Eğer üniversite bilgi üretmiyorsa sonumuz pek hayırlı değildir.”

Bir yol ayrımındayız. Benim sorumluluğum var. Bunun farkındayım. Benim sorumluluğum ne? Gelişen ülkelerin attığı her adımı Türkiye’de atmak, bunun yolunu ve yöntemini açmak. Benim dışımda her bir yurttaşın ve bireyin de sorumluluğu var. Tek tek her birimizin sorumluluğu var. Biz bunu yapabilirsek sorunu çözeceğiz. Demek ki önce demokrasiyi getireceğiz, sonra bilgi ekonomisini, yani üniversiteleri bilgi üreten, saygınlığı olan, dünyanın en parlak beyinlerini kendi ülkesinde toplayan ve biriktiren yeni bir ekonomi. Yüksek yetenek inşası’ diye bir kavram var. İlk bu konuda adımı atan ülke, İngiltere. Dominyonlardan en zeki çocukların tamamını İngiltere’ye çağırdı. Onlar buharlı motoru keşfettiler, sanayi devrimini başlattı. Sonra ABD’liler, Silikon Vadisi’ni kurdu. Onlar da dünyanın her tarafından en nitelikli insanlara, en zeki insanlara ‘Gelin’ dediler, ‘her türlü imkanı size sağlıyoruz, yeter ki yeni buluşlara imza atın’ dediler. Şimdi gazetelerde okuyorsun, ‘Çin ve ABD arasında kavga var’ diye. Kavganın temeli ne? Kavganın temeli, en yetenekli insanları hangi ülke barındıracak, kendi ülkesinde. Biz ise en parlak beyinleri cezalandırıyoruz ve bunlar yurt dışına gidiyor. ‘Türkiye’ye gelecek misin?’ ‘Evet, ama demokrasi olması lazım. Ben ülkemde çalışmak istiyorum, üniversitenin özerk olması lazım. Ben üniversitede araştırma yaparken kimsenin bana dokunmasını istemiyorum’ diyor. Emin olun, İngiltere ve ABD’de o üniversiteleri gezdiğimde, oranın üniversite olduğunu zaten görüyorsunuz, öğrenci ile hocaların nasıl iç içe çalıştığını, insanların nasıl sohbet ettiklerini. Yüksek tavandan yerler, tasarım, yapay zeka, sanat iç içe geçmiş vaziyette. Ben, sanatın teknoloji ile yakın bağlantısı olduğunu, emin olun oraya gidince biraz daha gözlerimle gördüm ve tanık oldum. Biz, bunların hiçbirisini yapmıyoruz. Kısır tartışmaların içinde bir siyaset. Hep bunları tartışıyoruz. Bütün enerjimizi başka alanlara harcıyoruz.

Bakın, Gazi Mustafa Kemal de bu konuda önemli adımlar attı. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına bakın. En zeki çocuklar seçildi ve yurt dışına gönderildi. Sanattan, kültürden, matematikten, fizikten, her alanda yetenekli çocuklar gönderildi. Ne oldu biliyor musunuz? Bu kanun yürürlükten kaldırıldı. Fakir bir ailenin yüksek yetenekli çocuğunu düşünün, nasıl gönderecek çocuğunu yurt dışına?

Yetenekli çocuklarımız ve evlatlarımız var. Hepsine sahip çıkmamız lazım. Matematikte Türkiye yedincisi ama sözlü sınavda eleniyor. Çünkü dayısı, akrabası, siyasal gücü olan oraya giriyor. Bu çocuk, ben adım gibi eminim, birçok ülke onu kapacaktır. Yetenekler oraya gidecektir.

Bir; demokrasiyi büyüteceğiz. Demokrasisi gelişmemiş hiçbir ülke gelişmemiştir. İki; katma değeri yüksek ürün üreten, bölgesinde güçlü bir Türkiye. Üniversiteleri bilgi üreten, üniversitelerin özgür olduğu, adalet duygusunun güçlü olduğu bir Türkiye. Hiç kimsenin ‘adaletsizliğe uğrar mıyım’ diye bir endişe duymadığı Türkiye. Seyyar mahkemeler, hakimlerin olmadığı bir Türkiye. Üçüncü; güçlü bir sosyal devlet. ‘Komşusu açken tok yatan bizden değildir’ diye, hepimizin sık sık yeri geldiği zaman tekrar ettiğimiz cümle var. Herkesin karnını doyurduğu bir Türkiye inşa etmek zorundayız. Güçlü bir sosyal devlet olmalı. O zaman fabrikada üreten işçi de mutlu olacaktır, onun patronu olan kişi de mutlu olacaktır. O malları tüketen bizler de mutlu olacağız. Güçlü bir sosyal devlet inşa etmek zorundayız. Güçlü bir sosyal devletin inşasında elbette ki fedakarlık geliyorsa fedakarlığa katlanacağız. Güçlü bir sosyal devletin inşasında, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün öngördüğü 9 sigorta dalını da Türkiye’de uygulamak zorundayız. Yani Aile Destekleri Sigortası’nın da olması lazım. Hiçbir çocuğun yatağa aç girmemesi lazım, her evde asgari gelir güvencesinin olması, insan onurunun korunması, insanların yoksulluğunun teşhir edilmemesi lazım. Yani insanı insan olarak kabul etmek ve değerlendirmek lazım!”….

   CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu sözlerini şöyle devam ettirdi:
“Hayatı durdurmak, dünyadaki gelişmelere sırt çevirmek demektir. Geçen. Gençlik Kollarından bir grup arkadaş geldi, ‘Biz hepimiz aynı şeyi düşünüyoruz’ dedi. ‘Siz hayatı durdurmuşsunuz’ dedim. Hepiniz aynı şeyi düşünüyorsanız sizin gelişme, yeni bir düşünceyi yaratmaya ya da farklı bir şey yapma şansınız kalmadı’ dedim. Aksini düşüneceksiniz, farklı düşüneceksiniz, neden bu böyle oluyor diye düşüneceksiniz. Güçlü sosyal devlet ve üreten Türkiye derken eğitim sisteminin de yenide revize edilmesi lazım. Eğitim sisteminin tepeden tırnağa revize edilmesi lazım. Başarılı eğitim nedir? Bana göre tek bir şey vardır. Merak duygusunu büyütüyorsanız o eğitim, başarılı eğitim demektir. Merak duygusunun büyütüldüğü eğitim sistemi, dünyanın en başarılı eğitim sistemidir. Öbürü ezberdir. Biz ne yapıyoruz; merak eden ve soru sorana ‘Sus, konuşma’ diyoruz. O kadar içselleştirdik ki bunu, ‘Yeni icat çıkarma’ diyoruz.

Sürdürülebilirlik temelinde yatan kavram var; liyakat. Yani işi ehline teslim etmek. Eğer üniversite kendi kültürünü oluşturursa… Gidiyorsunuz İngiltere’ye, ‘Siyasiler müdahale ediyor mu?’ ‘Ne demek?’ Böyle bir soruyu sormak bile onlar için garip bir şey. İşi ehline teslim ettiğiniz zaman zincir kendi içinde yürümeye başlar. Bu stratejiyi hayata geçirmezseniz kendi içinde kavga eden toplum geldik ve böyle gideriz. “İnsanları, ‘ben her şeyi biliyorum’ egosunun dışında, ‘biz her şeyi nasıl öğrenebiliriz’ noktasına taşımamız lazım. Önümüzde bir süreç var. O süreç içerisinde her biriniz sandığa gideceksiniz, oy kullanacaksınız. Demokrasiyi savunuyorsanız, evlatlarınızı düşünüyorsanız, Türkiye’nin hızlı bir şekilde büyümesini istiyorsanız yapacağınız bir şey var: Elinizi vicdanınıza koyup oy kullanmaktır. Bütün ama bütün önyargılardan arınmanız lazım. Önyargılarla ülke yönetilmez, siyasal tercihte bulunulmaz. Aklı, mantığı, bilgiyi öncelememiz lazım. “Kasım sonu, aralık başında… Hem ABD, İngiltere, Almanya’daki gelişmeleri de içeren, Türkiye nasıl bir hamle yapabilir, bu hamlenin parametreleri neler olmalıdır, bununla ilgili de çalışma yapıyoruz şu anda. Akademik dünyadan da iş dünyasından da yararlanıyoruz. Türkiye’de gerçekten son derece başarılı bilimsel çalışmalara imza atan insanlarımız var, onlarda da yararlanıyoruz. Türkiye’ye yeni bir yol haritası hazırlıyoruz. Onun da çalışmaları bu stratejinin içinde. Kaynaklarımızı verimli kullandığımız zaman Türkiye, bütün büyük gelişmelere rahatlıkla imza atabilir. Ben, SİHA’ları yapan, şimdi Sayın Erdoğan’ın damadı olan iş insanı ile de görüştüm. Daha evlenmeden önce görüştüm. İkitelli’deki ofisinde görüştüm. Yaptığı başarılı çalışmaları orada gördüm. O zaman babası da hayataydı. Engeller var mı? Engellerin kaldırılması için her türlü çabayı gösteririz. Çünkü bilime değer verip, bilimden yola çıkarak üretim yapmak, dünyayı değiştirmek demektir. İnsanoğlu, tekerleği 1 milyon yılda buluyor. Şimdi her saniyede birden fazla buluş var ve Türkiye bunun neresinde?”

  Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği İl Koordinasyon Kurulu Sekreteri ve Mimarlar Odası Bursa Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Şirin Rodoplu Şimşek’de ‘On’da Son Nokta’ programımın ikinci konuğu oldu bu hafta. “2040 yılı Bursa Çevre Düzeni Planı” konusunda önemli bilgiler verdi.  Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) İl Koordinasyon Kurulu Sekreteri ve Bursa Mimarlar Odası Şube Başkanı Şirin Rodoplu Şimşek, “Bursa’nın yeni anayasası, doğru tanımlanmalı, sağlıklı stratejiye henüz kavuşamadı. Sanayi şehri mi, kültür şehri mi, turizm şehri mi, ticaret şehri mi gibi ayrımlarda netleşme sağlanamadı. TMMOB olarak bizler doğru ve yaşanabilir bir Bursa istiyoruz” dedi. Bursa’nın anayasası hazırlanırken, 1/100 binlik imar planları yapılırken, Makine Mühendisleri, Kimya Mühendisleri, Elektrik Mühendisleri ve Jeoloji Mühendisleri Odalarına danışılmadığını öğrendik. TOKİ’nin Bursa’da 8 milyon 490 bin metrekare hazine arazisi alırken, bunda kimseye danışmamasına hayret ettik. Bursa’da niteliksiz, sağlıksız yapı stoğu yüzde 60 oranındayken ve kentsel dönüşümde önceliğin bu yapı stoğuna verilmesi gerekirken, tarım alanlarının, meraların yapılaşmaya kurban gideceğini gördük. Hem anayasa işlevindeki 2040 yılı Bursa çevre düzeni planı hazırlanırken, hem 1/100 binlik planlar yapılırken, hem deprem riskine karşı uyarılar yapılırken, bilimin ve eğitimin ne kadar gerekli olduğu bir kez daha ortaya çıktı. Soru şu; Bursa Büyükşehir Belediyesi, 2040 yılı çevre düzeni planı hazırlanırken, bu değerli meslek odalarının görüşlerine, bilime, eğitime, uyarılara, önerilere ne kadar önem verecek?

2018 seçimleri öncesinde de, yüksek fizik, kuantum, eğitim, uzay bilimi felsefesi ve siyaseti karşısında millet bahçeleri, millet bahçelerinde yuvarlanma, millet bahçelerinde çay ve kek keyfi galip gelmişti.

7 ayda bu sistemle, beyinsel, fikri ve manevi bir sıçrama yapılabilir mi? Tedirginim yani!

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu bir yandan dinleyip, bir yandan da not defterime hızlı hızlı karalamalar alırken, Türkiye’nin ekonomik krizle birlikte aşması gereken en önemli sorununun da eğitim konumuz olduğunu düşünüyordum. Bu işte bir terslik vardı, iktidar olması gereken bilim, eğitim, sanat, edebiyat, nasıl olur da, muhalefetin sadece önerisi ya da çığlığı haline gelebiliyordu. Türkiye nasıl olur da, 20 yılda 200 yıl geriye gitmişti?

Eğitim, bilim, felsefe, aklın yolu bu kez başarabilecek miydi? Kek ve Çay karşısında bir 100 yıl daha geriye mi gidecekti? Yoğun bir gündü, kafam daha fazlasını kaldırmıyordu ki, o ses yetişti; “Toplantının ikinci bölümüne geçeceğiz, gazeteciler, hızlı, çok hızlı biçimde salonu terk etsinler!”…

Sahi bir de bu sorunumuz vardı; 4 . Kuvvet olmaktan çoktan çıkmış, medyanın, yeniden eski gücüne kavuşma umudu. Toplantıların ikinci bölümünden kovula, çıkartıla, belki bir gün o da olurdu!

Yazması olmasa, çekilecek iş değildi bu iş…

Orhan Kaplan ve Osman Çetin ağabeyim ile birlikte halk otobüsü durağına yürüdük ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun konuşmasının gücüne karşın, medyanın ana muhalefet gözündeki değerine yönelik saptamalarımızı yaptık.

Belki, eğitim ve bilimle birlikte medya da yükselirdi, yükselecekti, yükselmeli ve hepsiydi…

NOT: “On’da Son Nokta Programının” 18 Kasım 2022 Cuma günkü konuğu Eğitim Sen Bursa Şube Sekreteri Derviş Erdem olacak. Saat 16.00’da başlayacak olan programımızda, Öğretmenlik Meslek Kanununun yanı sıra, eğitim sistemimiz, öğretmenlerin özlük hakları, öğretmenlerin ekonomik ve sosyal sorunları, öğrencilerimizin ve velilerinin ekonomik zorluklar karşısındaki çaresizliklerini masaya yatıracağız. Sakın kaçırmayın diyorum. Bu arada bakınız; Yine ve Yeniden eğitim, öğretmenler, bilim ve bir sürü sorun diyorum.

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

>